30 Aralık 2010 Perşembe

İtalyan Mutfağından Seçmeceler...


'' Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüğünü anlat'' derler ama, bu gezide yenilip içilenler de en az görülenler
kadar anlatılmaya değerdi. İşin tek kötü yanı, yemeklerin orjinal isimlerini bilmiyor olmam. Ama İtalyan mutfağı bu kez, kesinlikle, beni kendine hayran bıraktı. Yemek yemekten çok zevk alan, bu işi keyfe dönüştüren biri olmamama rağmen her yediğim yemek beni kendimden geçirdi diyebilirim. Sonuç olarak bize uzak tatlar değil İtalyan yemekleri, zeytinyağı, deniz ürünleri, sarmısak, domates sosu,çeşit çeşit leziz ekmekler...
Mesela yukarıda görülen ilk resim, somon balığı ama çiğ!Evet, bizim çiğ köfteyi baharatla yoğurarak pişirmemiz gibi, bu somon da zeytinyağı ve limon terbiyesiyle ''pişirilmiş''. Ama hayatımda yediğim en lezzetli balık dersem, kesinlikle abartmış olmam.


 
 Bizdekinden biraz daha farklı bir midye dolma versiyonu.

Patatesli bir mürekkep balığı yemeği... 

Deniz ürünleriyle donatılmış bir makarna...



          
Amaro Lucano; sindirimi kolaylaştırmak için, iç ısıtan bir yerel likör.
 
Başka bir çeşit -sebzeli-makarna






Kızartılmış ekmek ve mozarella peyniri, domates sosuyla birlikte fırınlanır. Enfes bir şey...

24 Aralık 2010 Cuma

Çizmenin güneyinde bir kent:Matera...

Amalfi'den Salerno'ya yaptığım muhteşem manzaralı yolculuktan sonra, Salerno'dan Ferrandina'ya giden bir otobüs buldum ve 2.5 saatlik bir yolculuğun ardından Antonio'nun ''in the middle of nowhere'' dediği Ferrandina'ya ulaştım. Antonio'yu beni bekler buldum. Beni hep beraber kalacağımız otele götürdü, yerleştim ve grubun geri kalanıyla buluştum. Benimle birlikte 9 farklı ülkeden gelen harika insanlarla tanıştım ve beraber çok keyifli ve eğlenceli bir çalışma haftası geçirdik. Yoğun çalışma programımızın arasında zaman bulduğumuzda da Matera'yı gezdik.
Matera kuşkusuz İtalya'nın en sıra dışı şehirlerinden biri. Mağaralardan ve kayalara oyularak yapılan evlerden oluşan SASSI bölgesi 1993'den beri UNESCO Kültür Mirası olarak kabul ediliyor. Ancak çok değil, 1950'li yılların ortalarına kadar Matera nüfusunun yarısı SASSI'deki mağaralarda çok yoğun bir yoksulluk içinde yaşıyormuş. Aile başına düşen çocuk sayısı ortalama 6 olup, çocuk ölüm oranı %50 gibi yüksek bir rakammış. Ancak 50'li yılların sonlarına doğru bu durum ülke için bir skandala dönüşmeye başlamış ve 15000 kişi devlet zoruyla (bizdeki kentsel dönüşüm projelerinde olduğu gibi) bölgeden çıkarılıp, yeni yapılan konutlara geçirilmiş. Şu anda bölge turistik bir havaya bürünmüş, binalar çoğunlukla restaurant yada otel olarak kullanılmakla beraber, hala içinde yaşayan insanlar da var. Hatta ingiliz Fodor's seyahat rehberinde:
'' Matera, insanların 9000 yıl önceki atalarıyla aynı evlerde yaşadığı dünyadaki tek yerdir'' denilmekte.



Bölgedeki ilk yerleşimler prehistorik dönemlere uzanıyor. Bu açıdan bakıldığında İtalya'nın ve hatta Avrupa'nın en eski yerleşim yerlerinden biri.
Şehir, bir dağ yamacındaki granit kayaların oyulmasıyla yapıldığı için, bazı sokaklarda yürürken ,aslında alt katmandaki evlerin çatılarında yürüyorsunuz! Daracık taş sokakları, granit renkli evleri ve labirenti andıran yapısıyla, Mardin'i hatırlattı bana biraz.


Matera Katedrali (yapım tarihi 1270) 52 metrelik kulesiyle şehrin her yerinden görülebilen en büyük ve görkemli yapısı.



Daha önce de belirttiğim gibi binaların çoğu turistik amaçla kullanılıyor. Mesela biz bir gece bu ''mağara-restaurant'' lardan birine yemeğe gittik. Büyüleyici ve çok klastrofobik bir havası vardı. Girdiğiniz kapı dışında dışarıya açılan bir başka kapı ya da pencere yok. Duvarlar oyularak şekil verilmiş ve granit taş. Bir zamanlar ev olarak kullanıldığını ve içinde kalabalık ailelerin (hayvanlarıyla beraber) yaşadıklarını düşününce garip oluyor insan. İşin güzel yanı, yemekten çıktığımızıda dışarıda kar yağıyordu, ve biz beş kişi gruptan ayrılarak, otelimize o labirent gibi yollarda kaybola kaybola yürüyerek, kartopu oynayarak döndük. Enfes bir geceydi.
Şehrin bu otantik ve sıra dışı görüntüsü film yapımcılarının ve tabii ki holywood'un da ilgisini çekmiş. Mesela son olarak Mel Gibson ''The Passion of the Christ'' (İsa'nın Çilesi) filmini burada çekmiş.





22 Aralık 2010 Çarşamba

Cittaslow 2:Amalfi

En son Amalfi'ye nasıl ulaştığımı anlatmıştım.Oraya vardığımda hava kararmıştı. Eşyalarımı otel odasına bırakıp kendimi sokaklara attım. Hava yumuşuk ve ılık. İnsanlar sokakta yürüyüş yapıyorlar. Avrupa için alışık olmadık bir kalabalık var dışarda diyebilirim.

Hotel Fontana
Amalfi, Napoli'nin güneyinde bir sahil kasabası. Civardaki tüm kasabalarla birlikte bölgeye ''Amalfi Sahili'' deniliyor.Cittaslow kavramı ilk İtalya'da ortaya çıkmış ve Amalfi'de Cittaslow şehirlerden biri. Ancak bu duruma Seferihisar kadar heyecanlanmış görünmüyor. Zira Seferihisar'da adım başı cittaslow'un sevimli amblemi, sırtında bir şehir taşıyan salyangozu görmeniz mümkünken, burda hiç karşıma çıkmadı.
Şehir (yada kasaba mı demeliyim?) bir film setini andırıyor. Fellini'nin filmlerinden birinde sanıyorsunuz kendinizi. Birbirinden şirin binaları, çamaşır ipi gerilmiş balkonları ve çiçek dolu pencereleriyle tipik bir akdeniz kasabası.
Kaldığım otelin arka tarafı şehrin en güzel binası olan St. Andrew Katedraline bakıyor. Katedralin ilk inşaası 10. yüzyıla kadar dayanıyor ama bina bu dönemden sonra sürekli eklemeler yapılarak oluşturulmuş ve çok farklı mimari akımların bir karması şekline dönüşmüş.


Dağlar şehri dar bir alana sıkışmak zorunda bırakmış. Bu yüzden evler birbirinin üstünden dağa doğru yükseliyor. Karanlıkta silüetini görebiliyorum.
Bu arada Amalfi bölgesi İtalya'nın en iyi limoncellosunu üretmesiyle meşhur. Bu yüzden heryerde limoncello, yani bir tür limon likörü satan dükkanlar var.


Dolaşmaktan yorulup sahildeki kafelerden birine oturuyor, kırmızı şarap içerek denizi ve gelip geçen insanları izliyorum.Tüm günün yorguluğu ve yolculuk stresi üzerimden uçup gidiyor. İçimden kardeşime, beni buraya gelmeye ikna ettiği için teşekkür ediyorum. Belli bir saatten sonra ortalık tenhalaşmaya başlıyor ve bende otele dönüp yarın sabah çok erken kalkma planıyla rahat bir uykuya dalıyorum.
Ertesi gün, güneş doğmadan uyanıyorum. Odamın çift kanatlı balkon kapısını açıyorum ardına kadar. Buz gibi bir hava vuruyor yüzüme,180 derecelik bir deniz manzarası karşılıyor beni.



Giyinip çıkıyorum. Sokaklarda yine insanlar...Ara sokaklardan dolaşarak, merdivenlerle çıkılan üst mahallelere göz atarak gezinirken, burnuma gelen mis gibi kahve kokusunu takip ederek, kahvaltı yapacak bir kafe buluyorum kendime.


İtalyan usulü ( Capuccino ve croassan) bir kahvaltı yapıp kendimi yine sokaklara atıyorum. Şehir sabah ayrı bir güzel, manzara daha açık ve bırakılıp gidilecek gibi değil. Ve fakat, benim artık Matera'ya doğru yola koyulmam ve seminere katılmam lazım. Bu yüzden yavaştan otelime doğru yöneliyorum. Eşyalarımı toparlayıp otelin önündeki otobüs durağına doğru gidiyorum. (Tabii bu kez dersimi aldığımdan, bir gece öncesinin ödenmemiş biletini de alarak geçiyorum durağa, ancak bir gece önceki şoföre rastlayamıyorum) Durak, bir gece öncesinin tersine, okul çocuklarıyla dolu. Sanırım Amalfi'deki çocuklar okul için Salerno'ya ya da daha yakındaki kasabalardan birine gidiyorlar. Otobüste, deniz görecek tarafa oturuyorum. Sanki okul gezisine gider gibiyiz. Otobüsün içi cıvıl cıvıl çocuk sesi...

 .
Yola koyulunca, ben gördüğüm her manzaranın fotoğrafını çekmeye çalışırken insanlar garip garip bana bakmakta. Çünkü benim için muhteşem olan bu manzara onlar için çok sıradan ve tanıdık. Muhtemelen hergün görüyorlar. Bense bir kareyi bile kaçırmak istemeden, ardı ardına basıyorum fotoğraf makinama.


Bir saatlik bir yolculuktan sonra, ben doğal olarak Salerno'da istasyonun önünde bindiğim için bir gece önce, yine orda ineceğimi düşünerek son durağı bekliyorum ve fakat, Antonio'nun dediği gibi, ''This is Italy!''. Otobüs başladığı yere dönmüyor ve ben alakasız bir son durakta inip istasyonu sora sora bulmak durumunda kalıyorum, elimde tın tın çekmeli valizimle...




20 Aralık 2010 Pazartesi

İtalya'da bir yer...

İtalya'ya daha önce de gittim,birinde kardeşimle kıyısından bir Venedik yapıp döndük. Ziyadesiyle turistik bir geziydi. İkincisinde Roma'da yaşayan İtalyan bir arkadaşımı ziyarete... İlkinden daha az turistikti ama sonuçta gezilen yer Roma olunca ister istemez turist çekim noktalarına doğru kayıveriyor insan elinde olmadan.Bu gidişim ise bir projenin hazırlık ziyareti içindi ve ilk defa güneye kadar gittim ve farklı bir İtalya ile karşılaştım.
Bu kez yeterince büyük şehir gördüğüme karar verip daha kıyıda kalmış, ufak bir yer göreyim diye düşündüm ve Napoli'nin güneyinde küçük bir kasaba olan Amalfi'ye gitmeye karar verdim.
Roma'dan trene bindim. 10 dk. gecikmeli olarak kalktı tren.İtalya'da,özellikle güneye inildikçe, bizdekine benzer bir dağınıklık, bir düzensizlik ve vurdumduymazlık kendini açıkça belli ediyor.Sanki kuzey yarı anakara Avrupa'ya bağlı da güney bütünden ayrı bir ''Akdeniz'' adası...Vagondaki yolcuların yüksek sesli sohbetinden, birbiri ardına çalan telefonlardan,yüksek sesle yapılan telefon konuşmalarından ve trenin dışında akıp giden manzaranın düzensizliğinden anlıyorsunuz Akdeniz'de olduğunuzu. Bu durum orta ve kuzey Avrupa'dan gelen birini feci şekilde rahatsız edip kızdırabilecekken, benim gibi Akdeniz-Orta Doğu melezi birine gülünç derecede tanıdık geliyor ve etrafında konuşulan dil dışında pek de yabancılık çektirmiyor.Hatta İtalya'nın bütününe baktığınızda, aynı bizdeki gibi bölgesel bir ayrımcılık yapıldığını çok zorlanmadan görebiliyorsunuz. Kuzey zengin, modern, kapitalizmi özümsemiş ve (Milano sayesinde) modaya yön veren ''Klas'' bir görünüm sergilerken, güneyi sırtında taşıdığı bir yük, yoksul ve başa bela bir uzak akraba gibi görüyor. Çünkü güney, sanayisi gelişmemiş, daha fakir ve ''Akdeniz'li rahatlığı'' diye açıklanabilecek bir rehavet içinde, bakımsız, dağınık ve hala biraz feodal. Bu tablo size de çok tanıdık gelmedi mi?


Napoli'ye ancak 15:30 civarı varabildim ve ordan da Salerno'ya bulabildiğim en erken tren 17:00'deydi. Daha Salerno'da otobüse binip Amalfi'ye geçmem gerekiyordu. (Yola çıkmadan önce saat 1 civarı Amalfi'de olmayı planladığım düşünülürse, ne acıklı bir durum!)Neyseki bu kez hızlı tren bulmuştum ve yarım saatte Salerno'ya ulaştım.



Ancak hava kararmış, yağmur başlamış ve ben yeterince gerilmiştim. Salerno'da trenden inip istasyonun önüne çıktım ve Amalfi'ye gidecek otobüsleri aranmaya başladım elimde tın tın çekmeli valizimle. Sonunda bir ''carabinieri''ye (bir tür italyan polisi diyebiliriz)  sordum otobüsü. Şunu belirtmeden geçemeyeceğim: ''Yakışıklı İtalyan erkeği'' diye tabir edilen bir klişe varsa eğer tüm dünyada, o memur bu klişeye kesinlikle uyuyordu.  Kıt İngilizcesiyle bana otobüsün yerini tarif edip bileti şoförden alabileceğimi söyledi. Tam o esnada da otobüsün geldiğini görüp koşarak yetiştim.Ama otobüse binmeye çalışırken herkesin elinde bilet olduğunu görüp 70 li yaşlardaki ak saçlı şoföre biletim olmadığını söyledim, sanırım sadece cümledeki ''ticket'' ı anladı ve eliyle gel işareti yaptı. (Güneydeki en büyük sorunlardan biri de insanların İngilizce bilmiyor olması, üstelik siz İngilizce konuşmaya çalışınca ''Aman tanrım!Nasıl olurda İtalyanca bilmezsin'' der gibi bakıyorlar suratınıza) Ben güç bela eşyalarımı daracık kapıdan geçirirkende söylenmeye başladı. Muhtelemelen bana kızıyordu. Otobüste ( yolcuların yaş ortalaması 60 falandı bu arada) benim dışımdaki herkesin bu azarlama tonlu monoloğu anladığını düşünerek bulduğum ilk boş koltuğa suç işlemiş bir çocuk utancıyla sindim.
Salerno'nun kördüğüm trafiğinden kendimizi kurtarıp yola koyulduk.Yol dediysem, iki arabanın zor geçtiği, sol yanı uçurum, sağ yanı dağ ve yoğun yağmurdan dolayı ıslak ve kaygan yılankavi bir yol! Neyseki karanlık çökmüş de sol taraftaki uçurumun korkunçluğunu tam göremiyorum. Karşıdan bir araba gelince iki taraftan biri duruyor.
Hava zifiri karanlık, otobüsün içi karanlık, yolda bile ışık yok. Ben daha kalacak yer bulup bulamayacağımı bile bilmiyorum. Öyle körlemesine gitmekteyim. Sonuçta sahil kasabası sezonu değil. Heryer kapalı da olabilir.
Ben kafamda kırk senaryo kurup ''Salerno'da mı kalsaydım?'' diye pişmalık belirtileri gösterirken, şoför amca hayatımda gördüğüm en tehlikeli yolda ıslık çala çala ilerliyor.

Ardı ardına kasabalara girip çıkıyoruz yol boyunca. Amma velakin ne girişte ne çıkışta isim yazmıyor. Biletsiz bindiğim için zaten mahçup hissetmekteyim, bu yüzden soramıyorum şoföre, burası Amalfi'mi diye.
Neyse sonunda (son durakta) iniyorum Amalfi'ye. Nasıl şirin, güzel bir kasaba. Heryer noel ışıklarıyla ışıl ışıl. İnternette gördüğüm Hotel Fontana'yı sora sora buluyorum. Zaten durağın karşısıymış.



Eşyaları odaya bıraktığım gibi kendimi dışarı atıyorum. Kış olmasına rağmen herkes dışarda. Çocuklar gecenin bir vakti sokakta futbol oynamakta ve insanlar yürüyüş yapmakta.
Otobüsteki kaygılar uçup gidiyor bir anda. ''İyiki'' diyorum ''gelmişim''



6 Aralık 2010 Pazartesi

Av Mevsimi


Daha fragmanını izlerken izlemeye karar vermiştim Av Mevsimi'ni. Sadece oyuncu kadrosu ve tabii yönetmeni Yavuz Turgul için bile izlenesi bir film sonuçta. Üstelik hikayesinin de öyle çok sıradışi bir yanı yok. Klasik bir polisiye. Ama önemli olan anlattığınız hikaye değil, onu nasıl anlattığınızdır. Filmdeki her sahne kartpostal gibi, izlemeye doyamıyorsunuz.
Konusu ise kabaca özetlemek gerekirse şöyle: Ormanlık bir alanda kesik bir el bulunur, bir genç kıza aittir ve bu işin peşine cinayet büronun ''Avcı'' lakaplı kurt dedektifi Ferman(Şener Şen), ''Deli'' lakaplı ve gerçekten delifişek yardımcısı Karadenizli İdris (Cem Yılmaz) ve onlara yeni katılan ne ölü kokusuna ne de cesetlere bir türli alışamayan ''Çömez'' Hasan(okan Yalabık) düşerler.
Sonuçta çok süpriz bir sonu yok filmin, en başlarda tahmin ediyorsunuz katili, yarıyı geçtikten sonra ise neden yaptığını anlıyorsunuz. Tamam, bir polisiye de kolay tahmin edilebilirlik çok istenen bir şey değildir ama bu hikayede katilin kim olduğundan çok karakterler ön planda. Filmin ikinci yarısında ortaya çıkan zengin Adanalı işadamı rolüyle Çetin Tekindor ise bir kez daha kendine hayran bırakıyor seyirciyi. Onu izlerken yanımda oturan arkadaşıma eğildim ve dedimki: ''Ne kadar da kolay şive yapıyorlar, ne kadar da doğal'' büyük oyuncu olmak böyle birşey heralde.
Bir eğlence sahnesinde Cem Yılmaz'ın söylediği Karadeniz türküsü (Hayde) ve onu izleyenlerin tuttuğu ritm bence filmin en güzel sahnelerinden biriydi. Çok çalışılmış, emek verilmiş bir sahne gibi duruyordu kesinlikle.

Sonuç olarak Av Mevsimi bir baş yapıt, bir ''Eşkiya'' değil kuşkusuz. Ama keyifle izlenen ve ''iyiki izlemişim'' dedirten bir film.

2 Aralık 2010 Perşembe

Bitmek bilmeyen pastırma yazına...

Tüm Avrupa soğuklardan kırılırken burada süregiden pastırma yazı abesle iştigal gelmeye başladı artık bana. Hayır yani havadan yana bir şikayetim var sanılmasın, kim sevmez böyle şeker şerbet ılık ve baharımsı havayı!Amma ve lakin, artık aralık ayına giriş yapmış olmamız ve takvimsel olarak kışın içinde bulunmamız vesilesiyle, hala ayağıma bir çizme, ya da ne biliyim üzerime bir kalın kazak geçirmemiş olmam hayli kurcalıyor aklımı. Evi ısıtmak için herhangi bir elektrikli alete başvurmuş değilim ve bir tişört üstü ince hırkayla günü geçirebilmekteyim. Hadi kendimi geçtim, ağaçlar bile yaprakları dökmek konusunda kafaları biraz karışmış gibi görünüyorlar. (Avrupa'da yaşayıp soğuktan dışarı çıkmaya korkan arkadaşlara nisbet gibi oldu sanki biraz) Hani diyorum, küresel ısınma dedikleri şey tam da bu mu acaba? Yarın öbür gün soğuklar başlar, ben bahar gelene dek hiçbir yerde tam olarak ısınamayıp her ortamda sürekli soğuktan şikayet edersem, dönüp dönüp okuyayım diye yazdım bu yazıyı, hani elindekiyle yetinmeyi bilmeyen nankör yazara ders olsun diye...

1 Aralık 2010 Çarşamba

"Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamıştım ama artık kesin kararım kediye dönüşmekti. Artık hayatımda bağlanmalara, başkalarını kendime bağlama çabalarına yer yoktu. Köpek olduğum yıllarda hepsini yapmıştım ama bu beni felakete götürmüştü. Ölümün kıyısına gelmiştim. Ölümün kıyısı ölümün kendisinden daha feci birşeydir, bunu yaşayarak öğrendim. Bağlanmalar yüzünden aklımı kaçırmanın kıyısında dolaşmıştım uzun süre. İçime karanlık yerleşmişti; bir türlü söküp atamadığım, kusamadığım, çıkaramadığım bir koyu karanlık. O dönemde yaşamayı unutmuştum sanki. Bunu birisinin hatırlatması gerekiyordu "nefes almam gerek" diye düşünmesem nefes alamayacaktım. Bütün bunlar bir köpek gibi bağlanmam, sevgi ve merhamet dilenmem yüzünden başıma gelmişti. İnsan denilen yaratıklara ilişkin düşüncelerimin yanlışlığı yüzünden. Bütün köpekler saftır zaten. Oysa şimdi bir kediyim ben: uzak, denetimli, soğukkanlı ve güçlü bir kedi. Eski mısırda, Beni Hassan'da yapılmış 300.000 kedi mumyasından biri. Onlara kadar soğuk, onlar kadar güçlü ve mağrur."

Zülfü Livaneli
Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm

24 Kasım 2010 Çarşamba

Thomas Hardy'e Giriş

Kendince iyi bir okur olmakla övünen biri olarak, Thomas Hardy'i bu kadar geç keşfettiğime inanamıyorum açıkçası.Tabii ki Hardy'i biliyor,tanıyordum.En azından Tess'in sinema versiyonunu izlemiştim.Ama başyapıtlarından biri sayılan ''Çılgın Kalabalıktan Uzak''ı henüz bitirdim.
Romanlarını tam olarak anlayabilmek için yaşadığı döneme bi göz atmak lazım:Victoria Dönemi İngiltere'si... 19.yüzyılın iç karartıcı sonu ile 20. yüzyılın acı başlangıcı arasında yaşayan bir yazarın neden karamsar bir dile sahip olduğuna pek şaşırmamak gerek sanırım.Yaptığım okumalardan anladığım kadarıyla Çılgın Kalabalıktan Uzak en ''iyimser'', en ''aydınlık'' romanlarından biri...Şehrin ''çılgın kalabalığından'' uzakta, taşrada bir çiflikte geçiyor hikayenin büyük kısmı. Ana konu aynı kadına aşık olan üç farklı erkek.Aşkın hedefi aynı olsa da yaşanan aşkların hepsi birbirinde çok farklı. Bu da aslında her aşkın parmak izi gibi farklı olduğu izlenimini veriyor okura.
Diyaloglar ve karakter tahlilleri yazarın ustalığının açık bir kanıtı.Köy yaşantısı ve köylüler ise tüm gerçekçiliğiyle gözler önüne serilmekte.Victoria dönemi kadınının bastırılmışlığı ise açıkça anlaşılmakta.(Bilmeyenler için küçük bir dip not: O dönemde her türlü seksüel güdüyü, duyguyu, aktiviteyi bastırmak, reddetmek temel eğilimdi, dönemin ideal kadını cinsiyetinden arınmış görünen kadındı) Ve bu şartlar altında, üç farklı erkeğin aşkıyla ''başetmek'' zorunda kalan yalnız bir çiflik sahibi kadın.
Kitapla ilgili tek olumsuz eleştirim çevirisi. Ben Oda yayınlarından çıkan çeviriyi okudum ve ne yazık ki pek başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Öğrendiğime göre diğer bir çevirisi de Can yayınlarından çıkmış ve sanırım daha özenli bir çeviriymiş.

23 Kasım 2010 Salı

Kedi!

Bir kediyle aynı evde yaşamak, küçük bir çocukla yaşamak gibi nerdeyse...Hani çocuklarda her gördüğü şeye şaşırma özelliği vardır ya, kedilerde de aynısını görebiliyorsunuz.Herşey onu heyecanlandırabiliyor,bu bazen uçan bir sinek olabiliyor bazen de kendi gölgesi.Hayali düşmanlar yaratıyor kendine ve sonra onlarla ölümüne boğuşuyor.En sonunda yorgun düştüğünde ise bir kenara çekilip saatlerce uyuyor da uyuyor.Uyuyan bir kedi gördüğümde uzanıp yatma,tembellik yapma isteğim depreşiyor birden.Öyle güzel uyuyorlar ki özeniyorsunuz,canınız çekiyor adeta.
Birde asla kendi isteğinden ödün vermiyor,istediğiniz bir şeyi eğer kendide istiyorsa yapıyor,mesela onun canı oyun istiyorsa sizin istememek gibi bir şansınız olamıyor, ve fakat siz oynamak istiyorsanız ve onun keyfi yoksa,maalesef,hiç şansınız yok!
Sonuçta ``bana bakiyor olman ustumde hakimiyet kurma hakkini sana vermez`` der gibi dolaşıyor ortalıkta vakur bir şekilde ve insanoğlu da bu tavrı ''nankörlük'' olarak adlandırıyor!

19 Kasım 2010 Cuma

Harry Potter sona doğru...

Harry Potter-Ölüm yadigarlarına gittik bugün.Efsanenin sonlarına yaklaşıyoruz. Hayatımın on yıldan uzun bir süresini kapsadı kitap ve filmleriyle.Kitaplarını ilk çıktığı günler alır yutar gibi okurduk. Hatta son iki kitapta çevrilmesini bekleyemeyip İngilizce'sini okuduğumuzu hatırlıyorum,öyle bir sabırsızlık...Okadar hızlı okurduk ki bir dahaki kitap çıktığında önceki kitabın çoğunu unuttuğumuzu farkederdik.
Sonra filmleri başladı.Kitabı beklediğimiz gibi sabırsızlıkla bekler olduk filmleri de.Bazen hayal kırıklığına uğradık önemli detaylar atlanmış diye, bazen vasat bulduk ama asla takip etmekten vazgeçmedik,çocuk oyuncuların büyüyüşüne tanıklık ettik.Ölen kahramanlara üzüldük.Ve artık serinin sondan bir önceki filmindeyiz.İlk başlarda son kitabı iki parçada yayınlayacaklarını duyunca kızmıştım.Ama filmi izledikten sonra diyebilirim ki keşke öncekileri de bölselerdi de kitaptaki her detayı perdede görmenin tadına varsaydık.İlk defa filmden de kitaptan aldığım tadı aldım. Şimdi artık yazın yayınlanacak son filmde gözüm,ve ondan sonra Harry Potter fanlarının hayatında bir dönem kapanacak.

16 Kasım 2010 Salı

Cittaslow Seferihisar...

                                                                          
Cittaslow İtlayanca ''şehir'' anlamına gelen Citta kelimesiyle İngilizce ''yavaş'' anlamına gelen slow kelimelerinin birleşmesinden oluşan karma bir kelime ve ''Yavaş Şehir'' anlamına geliyor.1999 yılında İtalya'da başlayan bu oluşum, büyük şehirlerin karmaşa,koşturma ve düşük yaşam kalitesine karşın, küçük şehirlerde daha yaşanası ve ''yavaş'' akan şehirler oluşturma prensibinden yola çıkıyor.
Bir kentin Cittaslow ağına dahil olabilmesi için 50 kadar kriteri yerine getirmesi gerekiyor. En başta fazla gibi duran bu kriterler, aslında bir kentin ve orada yaşayan halkın yaşam kalitesini bir hayli yükselten ve aslında basit olan istekler. Bozulmamış doğa... trafiğe kapalı gürültüsüz alanlar...halka tahsis edilmiş yeşil alanlar... sosyal yapıya dahil edilen zanaatkârlar... korunmuş yerel tatlar... sahip çıkılan arkeolojik alanlar... çevreye ve yaşadıkları kente duyarlı insanlar... Konutlarla iş yerlerini birbirine bağlayan bisiklet yolları...Temiz enerji üretimi...Yani baktığınızda aslında çoğumuzun yaşadığı şehirde görmeyi arzuladığı şeyler bunlar.Otomobil kullanımı pek hoş karşılanmıyor, fast food zincirleri bu şehre giremiyor ve küçük esnaf ve zanaatkar destekleniyor.
Türkiye'de ise bunun ilk ve tek temsilcisi,şimdilik Seferihisar.“Yavaşlık, her şeyi salyangoz hızında yapmak ya da uyuşuk olmak değildir. Doğru hızda çalışmak, yaşamak, oynamak ve her şeyin en iyisini yapmakla ilgilidir” deniyor Seferihisar Cittaslow resmi web sitesinde.




Turizme inat bozulmamış tarihi dokusu,temiz çehresi,mandalina bahçeleri ve sosyal dayanışma kurumlarıyla bunu hakeden bir kent profili çiziyor Seferihisar.


Heryerde bir sakinlik, bir rahatlık ve yavaşlık durumu, çiftçi kendi ürününü ''Köylü Pazar'' na getirip tüketiciye ulaştırıyor. ''Kadın Danışma Merkezi''kadınlara destek oluyor ve ''Dost Mağazalar'' sosyal yardımlaşma ağına katkıda bulunuyor.
 
Şehrin her yerinde Cittaslow'un resmi ve sevimli amblemini (sırtında şehir taşıyan bir salyangoz) görmek
mümkün.





15 Kasım 2010 Pazartesi

İzmir Doğal Yaşam Parkı

İzmir doğal yaşam parkı geniş yeşil alanları, hayvanlar için düzenlenmiş ayrı, rahat ve gerçeğine yakın ortamları ve tertemiz ve bakımlı görünümüyle en azından Türkiye'de görmeye alışık olmadığımız bir hayvanat bahçesi profili çiziyor.
Çevreyolundan Sasalı oklarını takip ederek gidebileceğiniz parkın giriş ücreti de gayet makul:öğrenci 50 Kr, tam 2TL.



Kedigillerin her bir türü için ayrı bir alan oluşturulmuş örneğin:Aslan, Kaplan ve puma ayrı yaşam alanlarında çiftler halinde uyuklamaktaydılar biz gezerken.
Benim en çok hoşuma giden alansa geniş bir sera haline getirilerek oluşturulan Tropik Merkez. Çeşit çeşit tropik bitkilerden sürüngenlere ve çeşitli tropik kuşlara kadar pek çok tropik canlı çeşidini görmek mümkün,
üstelik iklimde benzetilmiş:bunaltıcı bir sıcak ve nem sizi karşılıyor.

Bir diğer ilginç alan da Afrika Savanı. Bir savanda görebileceğiniz iri otoburlar (zebra, zürafa, devekuşu, su aygırı) syir teraslarına çıkıp izleyebiliyorsunuz.


Filler ise iriliklerine rağmen sevimli hareketleriyle izlemeye doyulmaz görüntüler veriyor izleyenlere.

Doğal yaşam parkının çevre düzenlemesi ve temizliği ise ayrıca tebrik ve teşekkürü hakediyor kesinlikle.Girişte parkın haritasını almayı ihmal etmeyin, çünkü alan çok geniş ve bazı kısımları gözden kaçırabiliyor insan. Yorulduğunuzda ise biri girişte (kuğuların yüzdüğü göle bakan Kuğulu Kafe)diğeri ise parkın iç kısmında develerin olduğu bölmeyi gören (Develi Kafe) iki kafeden birine oturabilir, gayet makul fiyata birşeyler içik yiyebilirsiniz. Hatta parkı daha önce gezmiş olsanız bile sadece temiz hava alıp vakit geçirmek için bile tekrar gidilebilir bir yer...

12 Kasım 2010 Cuma

Salih Memecan'a Leman'dan sert yanıt!

Karikatürist Salih Memecan'ın Kemal Kılıçtaroğlu'nı dansöz şeklinden çizmesinden sonra Leman dergisi olayı kapağına taşımış bu hafta. Salih Memecan'ınTayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'ün masasında kıvıran bir dansöz gibi resmedildiği karikatürde Abdullah Gül alkış tutarken Tayyip Erdoğan para yapıştırmakta. Yukarıda yazan cümle ise karikatürün kendinden bile daha ağır:
Dansöz öyle oynatılmaz, böyle oynatılır!

2 Kasım 2010 Salı

Yağmurlu Bir Ege Gezintisi

Geçen hafta Almanya'dan misafirlerimiz vardı okulda. Kardeş okulumuz bizi ziyarete geldi.Ben de onları gezdirme bahanesiyle yeniden ve severek gezdim İzmir ve çevresini.
Perşembe sabahı erkenden yola çıktık.Yağmur yağıyordu, ama ne yağmur!Göz açtıracak gibi değildi.İlk hedefimiz Efes olmasına rağmen, yağmur dinene kadar oyalanmak için-sabahın seherinde- Şirince'de bulduk kendimizi.


Şirince, Selçuk'un içinden geçilerek ulaşılan, adı gibi şirin bir Rum köyü.Daha doğrusu Rum'lardan kalma bir köy.Çünkü mübadeleden sonra köyde hiç Rum kalmamış ne yazık ki.
Şirince'nin en büyük özelliği çeşit çeşit meyvelerden yapılma şarapları...Şarap evlerini gezip şarap tadabilir, yada beğendiğiniz bir şarabı açtırıp şömine başında içebilirsiniz. Bir diğer özelliği ise-genellikle- köylü kadınların pişirdiği enfes yemekleri.
Ve fakat, biz bu iki aktivitenin de yapılabilmesi için çok erken bir saatte oradaydık ve tabii sadece birer kahve içmekle yetindik.Bizi sokak köpeklerinden başka pek karşılayan da olmadı.


Köy manzaralı bir yer bulundu, ve de sohbete eşlik edecek güzel birer Türk kahvesi (bloğu birazcık takip edenler anlamıştır zaten en büyük zaafımı!) Daha uygun bir zamanda, ateşin karşısında şarap içmek için geri dönmeye söz verilerek ayrıldık köyde. Sonra, ver elini Meryem Ana.



 Rivayete göre Meryem Ana'nın öldüğü, ya da katolik inancına göre ''göğe yükseldiği yer'' miş burası.Gerçi bu konularda geniş bilgisi olan Hıristiyan bir arkadaşım bunun masal olduğunu ve bu yerin ancak 20. yüzyılın başlarından itibaren böyle bir misyon kazandığını söyledi bana gezerken.Ama yine de huzur verici bir havası olduğu inkar edilemez.


 Artık yağmur dindiğine göre, ver elini Efes! Bence Anadolu'daki en görkemli antik şehir...


 Ünlü Celcius Kütüphanesi. Girişte 4 kadın heykeli var (Ne yazık ki orjinalleri Viyana'daki Efes Müzesinde) Bu dört kadın Bilgi, Akıl, Kader ve Erdem'i sembolize ediyor...



Zafer tanrıçası Nike... 

Kütüphaneye doğru inen mermerli yol...

25 bin kişilik Efes Antik Tiyatrosu.
Efes, kurulduğu zamanlarda bir liman kentiymiş, fakat Gediz Nehri'nin getirdiği alüvyonlarla denizin dolması üzerine, şu anda denizden 10 km kadar uzakta yer alıyor...


Ve geziyi Kuşadası manzaralı bir tepede içilen bir çayla noktalıyoruz...