27 Ekim 2010 Çarşamba

Bergama ve Foça'da bir gün...

Dün Bergama ve Foça'daydık.Bergama'da İki farklı bölgede antik Roma kalıntılarını görmek mümkün.Bunlardan biri tepedeki Acropolis, diğeri ise antik dönem sağlık ve tedavi merkezi olan Asklepion.



Eskiden tepeye, Acropolis'e çıkmak hayli zahmetli bir işti. Dağın etrafından kıvrıla kıvrıla giden bir yolu takip etmeniz gerekiyordu.Artık Acropolis'e çıkmak için illa bir taşıt kullanmanız gerekmiyor, yeni kurulan teleferik sistemiyle 10 dakika içinde tepeye ulaşmak mümkün.



 Bergama'daki Akropolis harabeleri ve  saray kalıntıları...Tepeden aşağıya, Bergama'ya ve ovaya bakmak çok keyifli.Uçsuz bucaksız bir manzara...





,Bence dünyanın en ilginç tiyatrolarından biri.Seyirciler birkaç yüz metre yükseklikten şehre bakarken izliyorlar sahneyi...



Girişte bizi karşılayan sevimli kediler :)



Yürüyerek iniş ve kentin aşağıdan görünüşü...


Ve günü,Akdeniz foklarının en sevdiği mekanlardan biri olan Foça'da deniz kenarında içilen kahveyle noktaladık...


23 Ekim 2010 Cumartesi

Ölüm Öpücüğü

Dün gece devlet tiyatrosunun yeni sezon açılışını yaptık bir arkadaşımla beraber. Konak sahnesinde ''Ölüm Öpücüğü'' adlı oyuna gittik. ''Bu oyunda kendinizi içinden çıkılmaz bir bilmeceyi çözerken bulacaksınız'' diyor oyunun broşüründe. Tiyatroda pek de kolay olmayan gerilim-polisiye tarzında bir oyun. Kadro fazla kalabalık değil, toplamda 4 kişi görüyorsunuz tüm oyunda.Yalnız kadınları öldüren bir seri katili yakalamaya çalışan polis ekibi, ve seri katil için yem olarak kullanacakları bir kadın...Ama-özellikle de 2. yarısından itibaren, oyunun tanıtımında da bahsedildiği gibi içinden çıkılmaz bir hal alıveriyor hikaye. Oyunculuklar zaman zaman aşırı tiyatral bir hava kazansa da(devlet tiyatrolarında izlediğim oyunlarda, beni en çok rahatsız eden durumdur bu herzaman) genel olarak başarılı ve izlemesi keyifli bir oyundu.

Bu arada, geçen sezon tadilat geçirdiği için kapalı olan Konak sahnesinin yeni halini de görmüş olduk bu vesileyle.Yıllardır hiçbir bakım görmediği için hayli yıpranan tarihi bina, ince bir zevkle orjinal formuna uygun şekilde yeniden yaratılmış sanki. Salonun tüm motif ve aksesuvarları Neo Klasik Türk Mimarisi'ni ön plana çıkaracak tarzda dekore edilmiş. Sonuçta, tiyatro sanatına yakışır bir salon olmuş Konak Sahnesi...

19 Ekim 2010 Salı

''Radikal Devrim''

Herhalde duymayan kalmamıştır, Radikal Gazetesi artık tabloid boy diye tabir edilen, klasik gazete boyutunun yarısı kadar bir ebatta basılmaya başlandı.Ben pazar gününden-yani ilk çıktığı günden- beri alıyorum ve inanın gazete okuma keyfimi yeniden kazandım. Ne yalan söyliyim bir süredir gazeteleri elime alıp şöyle hızlı hızlı dolanıyordum sayfalarında.Çarşaf gibi sayfanın neresine bakacağımı, neresinden başlayacağımı bilemez duruma gelip sıkılıyor ve bırakıyordum. Ama şimdi gerçekten de reklamlarında da dendiği gibi, otobüste, vapurda,metroda yani kısacası dar alanlarda çok rahat okunuyor. Üstelik yazar kadrosuna Özgür Mumcu ve Sırrı Süreyya Önder gibi okuması keyif veren yazarlar da katılmış. Tarzı da biraz daha değişmiş gibi geldi bana. ''Hayat'' diye de bir eki var içinde. Kültür-sanat ve hayattan haberler veriyor hergün. Çok reklam yazısı gibi oldu farkındayım ama sevdim işte, paylaşıyım dedim. Reklam yaptık madem, tam olsun: fiyatı da bedava nerdeyse:25 Kr.

15 Ekim 2010 Cuma

BORNOVA'DA "İŞGÜZAR BİR TEKERRÜR"

Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu sezonu yeni ve ilginç bir oyunla açtı. Her sene seyircisinin karşısına farklı ve keyifli oyunlarla çıkan ekip, bu sezonda şaşırtmadı bizleri. ''İki perdelik karikatür'' açıklamasıyla sahne alan oyun, hergün aynı günü yaşayan bir adam hakkında. Aslında sinemaseverlerin pek de yabancısı olmadığı bir hikaye.Bill Murrey'in oynadığı Groundhog Day filmini izleyenler bilirler.Adam önce duruma sinirlenir,köpürür, sonra işi şakaya vurup biraz eğlenir ve bir süre sonra hergün farklı bir hikayeyle dükkanına gelen kadına aşık olmaya başlar ve durumu sorgular hale gelir. Gerek müzikleri, gerek oyuncuların yüksek performansı ve gerekse çizgi roman tarzı aksiyon sahneleri oyunun temposunun düşmesine asla izin vermiyor. Ama mizahın ve oyunculuğun zirve yaptığı sahne kuşkusuz kadının Denizli aksanıyla konuştuğu kısım oldu ve oyunun geri kalanında aynı seviyede ikinci bir zirve yapamadı ne yazık ki. Bornova Belediye tiyatrosunun sadık bir izleyicisi olarak hiç bir oyunu kaçırılmamalı diyorum. Üstelik devlet tiyatroları bile 10 lira iken, bilet fiyatı sadece 5 lira!

8 Ekim 2010 Cuma

İzmir'de ''Senfonik Salsa''

Bu gece İzmir muhteşem bir konsere sahne oldu, Fuar Açıkhava tiyatrosunda hemde, hemde bu acı soğukta...Hava sıcaklığı ( fuardaki termometrenin yalancısıyım) 13 dereceydi.
İzmir Flarmoni orkestrasına ''Klazz Brothers &Cüban Percussion'' grubu eşlik ediyordu. Grup 3 Alman klasik müzikçi ve 2 Kübalı perküsyoncudan oluşuyor ve kalsik müziği Küba müziğiyle harmanlayarak farklı bir tarz yaratıyorlar. Birde arkalarında onlara eşlik eden İzmir Flarmoni Orkestrası olunca tadına doyum olmayan bir gece yaşattılar bizlere...

Repertuar oldukça tanıdık ve eğlenceliydi. Fındıkkıran Balesi'nden Düğün Marşı'na, Türk Marşın'ndan Korsakov'un Arıların Dansı'na ve hatta Jingle Bells'e kadar çok geniş bir yelpazade coşturdular seyircileri...Sonlara doğru, soğuktan uyuşmuş kitleyi yerinden kaldırıp dans etmeye davet ettiler ve en son baktığımda arkalarda birileri salsa yapıyordu flarmoni orkestrası ve Küba müziği eşliğinde...  .

7 Ekim 2010 Perşembe

Alsancak İskelesi'nin tam karşısında ''Sakız Adası'' diye bi kafe var, böyle turunculu yeşilli bi yer. Ben mesela beyaz çikolatadan hiç haz etmem, çikolata dediğin siyahımsı bi kahve rengi olacak.Ama arkadaş, bir beyaz soğuk (sıcağı da var) çikolata yapıyorlar, yok böyle birşey! İlk yudumu aldıktan itibaren vücudunun mutluluk hormonları salgılamaya başladığını hissediyorsun (abartı yok!)

Sakız Macunu

Birde özellikle de kahve siparişleriyle birlikte, sakız macunu diye birşey getiriyorlar, bir tatlı kaşığı beyaz sakız macunu yarım bardak suya batırılmış şekilde geliyor. Macun sert bişey, sanırım eriyip yumuşasın diye suyla servis yapılıyor, kahvenizi yudumlarken, arada kaşığı sudan çıkarıp dondurma yalar gibi yalıyorsunuz macunu, mmmmm, mis gibi damla sakızı aroması, sanki kahveye sinmiş gibi. Beraberinde bir gevşeme hissi, garip bir mutluluk ve ege havası...


5 Ekim 2010 Salı

Hafta içi evde geçen güzel bir gün...

Haftasonu evde olmak sıkıcı bişeydir çoğunlukla.İstisnalar olur ama ne biliyim işte,hava güzelse,birlikte bişeyler yapacak bir arkadaşınız da varsa ev boğar insanı. Ama hafta içi öyle değil sanki...Bikere zaten tanıdığın herkes çalışıyorsa, seninle zaman geçirecek birilerini bulabilmen neredeyse imkansız. Sonuçta yapılacak en iyi şey kendinle baş başa kalmanın tadına varmak oluyor...
Saat 10 civarı uyandım bugün, hava mis gibi, güzel bir kahvaltı, ardından internette günlük gazetelere(türk kahvesi eşliğinde elbette) şöyle bir göz atış. Hoş bir müzik...
Film mi izlesem dedim sonra...
Kuzen bir dolu yeni film getirdi geçen hafta, açıp baktım hard-diski. Şöyle eğlenceli, dinlendirici, bu güzel günün huzurunu bozmayacak bir film aradım...Ve evet, İNVENTİON OF LYİNG(Yalanın icadı diye çevirebiliriz)...

Ütopik ve eğlenceli bir film...Hayali bir dünyada (paralel evren?) geçiyor,ve bu dünyada hiç kimse ama hiç kimse yalan söylemiyor! Çok ilginç değil mi?Yalanın olmadığı bir dünya, düşüncesi bile tuhaf geliyor. İnsanlar birbirine boş iltifatlar etmiyorlar, karşılarındaki hakkında ne düşünüyorlarsa pat diye söylüyorlar, e bunlar günlük hayattaki detaylar. Sinema diye bi sektör yok gibi birşey, varsa da tarih anlatıcılığı tadında bi havası var. Hele reklam sektörü, evlere şenlik! Mesela bir otobüsün üzerindeki reklam şu: Pepsi - when they don't have coke!


(PEPSİ! :  Cola bulamadığınızda!)

Belli bir noktadan sonra ise  bu basit ve eğlenceli başlayan film sertleşmeye ve aslında din ve inanç sistemlerinin eleştirisine dönüşüyor, İsa'ya yapılan göndermeler de cabası. Küçük rollerde karşınıza çıkıveren büyük oyuncular da(Edward Norton-kafası bozuk trafik polisi, Philip Seymour Hoffman-barmen,
Rob Lowe, aşırı derecede kendini beğenmiş, ukala senaryo yazarı vb.) filmin ekstra bonusları gibi sanki.
Umduğumdan fazlasını bulduğumu söyleyebilirim...

3 Ekim 2010 Pazar

İzmir ve çevresinde kahve turu...

Hafta ortasında kuzenim geldi İstanbul'dan...O kadar çok ortak yönümüz var ki,en başta da kitaplar ve kahveden aldığımız keyif.Bir süre sonra baktık ki İzmir gezimiz tamamıyla kahve konsepti üstüne oturmaya başlamış. En iyi kahve nerdedir?Nereye gidersek aynı zamanda güzel bir kahve keyfi yapabiliriz,bunları düşünür olduk.
İlk gün,güzel bir kahvaltının ardından vapura atlayıp soluğu Kızlar Ağası Hanında aldık.E izmir'e gelinir de Kızlar Ağasına uğranmadan,hele de fincanda pişen o enfes kahve içilmeden dönülür mü?
Bedestenleri gezip, antikacıları şöyle bir dolanıp, Şükrü Bey'in Yerindeki sedirlerde (hafta içi ve henüz öğlen saatleri olmasına rağmen) zorla yer bulup oturduk.Fincanda pişen orta kahvelerimiz anında geldi.Sonuçta İstiklal'in meşhur ''Mandabatmaz'' kahvesini de bilen biri olarak,içtiğim en iyi kahvelerden biridir diyebilirim hiç tereddütsüz.Ama kahve önünüze gelir gelmez yapışırsanız fincana,birkaç gün yanık dudak ve parmaklarla dolaşabilirsiniz ona göre. Çünkü adında bir kinaye yok; gerçekten de fincanın içinde pişiriyorlar kahveyi.  

Kahveleri de içince keyifler iyiden iyiye yerine geldi,kafeinin verdiği enerjiyle Konak'tan Alsancak'a kadar yürüdük,Kırçiçeği'nde güzel bir yemeğin ardından Alsancak iskelesinin karşısındaki Sakız Adası adlı güzel kafede ''beyaz soğuk çikolata''içtik su dolu bir bardağa batırılıp getirilen bir kaşık sakız macunu eşliğinde.

Ertesi gün,''bugünkü kahve keyfi İzmir manzaralı olsun'' dedim ben ve Asansör'e çıktık beraber.Kahve bir gün öncenin kalitesine yaklaşamazdı elbette ama manzara bu durumu telafi edecek güzellikteydi.



Akşama egeye yakışır şekilde bir balık menüsü hazırladık, yemeğin üstüne ağırlık çökünce tabii,yine kahve zamanı geldi.Bir arkadaşım Kıbrıs'tan gelirken bana Girne'nin ünlü ''CON'' kahvesinden getirdi.Tabi ben daha önce hiç duymamıştım ama internette şöyle bir araştırınca gerçekten de bilinen bir kahve markası olduğunu farkettim.Sahibinin adı ''Mehmet Hüseyin CON'' muş ve küçükken sarışın ve sevimli bir çocuk olmasından dolayı nedense ''İngiliz CON'' diye isim takmış çevresindekiler,ve sanırım daha sonra bu ad,soyadı olarak kalmış.Bize bu durum haddinden fazla komik geldi ve (her zaman yaptığımız gibi)işin suyunu çıkardık.Hele kuzenim,dönene kadar durup durup ''CON'' diyip gülüyordu. 


Kahvenin ilginç bir tadı var,klasik Türk kahvesine göre çok daha açık renkli ve hafif.İçinde nohut olmasından kaynaklanıyormuş bu durum.Zaten kafein oranıda çok düşükmüş ve bu yüzden bazı Kıbrıslılar günde 10-15 fincan içebiliyorlarmış.Tadı fena değil ama bizim gibi Türk kahvesi bağımlılarını asla ve kat'a kesmeyecek kadar hafif.Yani kahvaltının üzerine ayılmak için içmek için pek uygun değil;ama gece belli bir saatten sonra canınız kahve çekerse ve kahve uykunuzu etkiliyorsa, çok iyi bir seçim bence.

Ertesi sabah,kahvaltının ardından güne Karşıyaka'nın ünlü ''Küçük Avcı''kahvesiyle başladık.Becerikli kuzenciğin(CON'cuk diyoruz artık kendisine!) elinden taze çekilmiş,koyu ve de yoğun bir kahve ve yanında(bence) kahveye en çok yakışan çikolata:After Eight.
Son günümüzde can dostum İlknur'um bizi Alaçatı'ya götürdü.Taş evleri,dar sokakları ve kapı önlerindeki rengarenk çiçekleriyle huzur verici,göz alıcı ve otantik bir kasaba havası var Alaçatı'nın.Sokaklarında dolaşırken başınızı aşağı indiremiyorsunuz evlere bakmaktan.


Kısa bir turdan sonra acıktık tabii. Çeşme dolaylarına gelip Kumru yenmeden dönülmez elbette.Hemde Kumru'nun has ustasında,Kumrucu Şevki'de yedik.

Üç kardeş köpekde bize eşlik etti bu arada :))
Karnımız doyduktan sonra turumuza devam ettik ve kendimizi birden Alaçatı pazarının ortasında buluverdik!Tezgahların arasında dolaşırken,Ege'nin birbirinden leziz ve enteresan otlarının kokusu burnumuza geliyordu.

E tabii turu (yine) güzel bir kahve keyfiyle tamamlamak şart olmuştu ve kahve içecek güzel bir mekan aramaya başladı. Meydana bakan sevimli bir kahveye oturduk önce (Orta Kahve).Üstelik bebek arabasıyla masamıza yerleşmek baya bi zamanımızı aldı,masaların arasından,basamaklardan geçip zor bela oturduk en dipteki köşe masaya. Fakat ben menüyü elime alıp fiyatları görünce mekandan hoşlanmadığıma karar verdim.Cola 8TL,Türk kahvesi ise 5TL.
''İnsanı enayi yerine koyuyorlar,kalkın başka bir yere gidelim'' diyip apar topar kaldırdım kızları.Sonuçta Türk kahvesi.Maliyetinin ne olduğunu hepimiz biliyoruz.Kızlar Ağası Hanında bile ( ki özelliği olan bi kahve sonuçta) 2TL ye içmişiz.
Neyse, arana arana dolaşırken,sakızlı dondurmasıyla ünlü olduğunu kapıdaki Hürriyet Gazetesinden kesilme  yazıdan anladığımız ''Veli Usta'' yı bulduk ve oturmaya karar verdik.Çünkü burda da kahve ''kumda''pişiriliyormuş.
Ve fakat,menüde fiyat yok!!''Yağmurdan kaçıp doluya tutulmayalım birde!!''Ama artık oturmuş bulunduk ve hiçbirimiz de soramadık fiyatları niyeyse.Aslında sormak lazım,menüde fiyat olmaması kadar saçma bişey olamaz!
Kahve yapılırken biz karşıdan izliyorduk, kahveyi yapan çocuk(ne yalan söyliyim) baya bi özendi yaparken.Fiyatla ilgili yorumlar yaptık,''ordan kaçtık acaba burda ne gelcek başımıza acaba''diye.Sonunda geldi kahveler...
Tamam,sunum güzel;bakır fincan kabı,bakır kapaklar...Kahve de oldukça başarılı;hatta ilk başta yoğun köpükten kahvenin sıvı kısmına ulaşamıyorsun,içecekten ziyade ''yenilecek'' birşey gibi duruyor.Sonra birkaç yudumda köpükte bir delik açmayı başarıp kahveye ulaşabiliyosun.Tamam,buraya kadar sorun yok!
Ancaaaaaaaaaaaaak, hesabı isteyipde üç kişilik Kumru menüsüyle aynı hesabı ödeyince (Tanesi 7 TL!!!!!!!),sinirlerim hopladı benim!Turistik yer olabilir,değişik bir yöntemde kullanılıyor olabilir,ama bu insanı enayi yerine koymaktan başka bişey değil!(Bizlerde enayiler oluyoruz tabii bu arada)
Söylene söylene çıktık ve dondurma da yemedik.Onlar kaybederler!!!!!!
''Neyse'' dedim bir süre sonra...''İnsan arada sırada böyle kazıklar yiyebiliyor,güzel bir ''Kahve Lezzet Durakları'' turunun Volume:4 final bölümünde üzerine soğuk su içip ayrıldık mekanımızdan.Sağlık olsun.Alaçatı'nın güzelliğini gölgeleyemez işletmecilikten anlamayan zihniyetler :))