23 Ağustos 2014 Cumartesi

Coimbra'dan Lizbon'a Doğru...

Coimbra'da evimizi kurup rahata erince şöyle bir Lizbon'a doğru uzanalım dedik...Yükledik eşyaları arabaya, kıyıdan kıyıdan vurduk yollara kendimizi. Portekiz küçük olmasına küçük bir ülke fakat engebeli coğrafi yapısı ve okyanusa doğru akan birbirine paralel nehirleriyle her bölge birbirinden farklı özellikler göstermekte.
Sevgili eşim ve rehberim, ''ilk nereye gidiyoruz?'' sorumu hiç kaale almadan yola devam edip hedefi belirtmeden arabayı sürerken bende Portekiz'in aslıda ne kadar yeşil ve ormanlık bir ülke olduğunu düşünüyordum manzara eşliğinde. Çünkü nedense -sanki Anadolu'nun her yeri birbirinin aynısıymış gibi- tüm İber Yarımadası'nın birbirinin aynı bir rutinlikte olmasını bekliyormuşum demek ki!
Ben nereye gittiğimizi tahmin etmeye çalışırken ''Batalha'' tabelası ilişti gözüme ve daha tam olarak neresi olduğunu anlayamadan muhteşem bir manastırla burun buruna geliverdim!



Manastır 1385 yılında İspanyollarla yapılan ve Kral 1.Joao'nın önderliğindeki Portekiz'in zaferiyle sonuçlanan Aljubarrota Savaşı'nın anısına ve Meryem Ana adına inşa edilmiş. Portekiz'in sahip olduğu en önemli gotik yapılardan biri olarak kabul ediliyor ve nefes kesen bir heybeti var. 


Ardından yolumuza devam ettik ve yine şirin mi şirin Alcobaça adında bir kasabada mola verdik. Batalha'da olduğu gibi burada da dev bir manastırla karşılaştık . Bu küçücük yerde böylesine bir yapı beklemediğimden yine şaşırdım tabii...




Bu manastır ve kilise Portekiz'in ilk gotik yapısıymış ve Coimbra'daki Santa Cruz Manastırıyla birlikte ortaçağda Portekiz'in en önemli manastırıymış. Günümüzde de UNESCO dünya mirası listesinde. 

Manastırın bir diğer özelliği de Portekiz tarihinde ve edebiyatında büyük yer etmiş çok büyük bir aşkın kahramanları olan Kral 1. Pedro ile İnes de Casto'nun  mezarlarının burada bulunması. Hikaye kısaca şöyle: İnes de Castro Portekiz'li bir anneden doğan ve Galiçyalı asil bir aileye mensup bir kadın. Pedro henüz prens iken İnes'e delicesine aşık olur ve fakat kral hazretleri bu evliliğe izin vermez, çünkü tahta kendisinden sonra Galiçya soyundan gelecek olan torunların geçmesini istemez. Tabii ki gönül ferman dinlemez ve ikisi bir arada uzun süre yaşarlar ve hatta çocukları olur ama evlilik kral tarafından asla tanınmaz. Kral sonunda bakar ki İnes yaşadıkça Pedro başkasıyla evlenmeyecek, adamlarını gönderip İnes'i öldürtür. Prens bunun altında kalır mı? Adamları bulup halk önünde idam ettirir ve onun kalbini söktükleri için onlarında aynısını yaşamaları gerektiğini söyleyip kalplerini yerinden söker. Rivayete göre kral olunca da İnes'i mezarından çıkarttırıp onu kraliçe ilan ettirmiş ve yeni kraliçe olarak mahiyetinden elini öpmelerini istemiş.  
                          
                                 

Alcobaça'nın bir diğer özelliği ise birbirinden leziz tatlıları. Buralarda pastel deniyor ve hangisini seçeceğine karar vermek bir hayli zor. 




Biz de tatlılarımızı ve kahvelerimizi alıp tam manastırın karşısında bir kafeye oturup afiyetle yiyoruz elbette...

Ardından  yönümüzü bir zamanların kendi halinde bir balıkçı kasabasıyken turizm patlamasından sonra popüler bir tatil beldesine dönüşen ve dev dalgalarıyla ünlü dünya sörf başkenti Nazare'ye çeviriyoruz.  Önce bu güzel kasabaya yukarıdan bakan bir tepeye çıkıp manzarayı izliyoruz. 



Bu arada sörf başkenti derken abartmıyorum, gerçekten de dünyanın en yüksek dalgaları burada kaydedilmiş. 2011'de Hawai'li sörfçü Frank McNamara 23.8 metre yüksekliğindeki dev bir dalgada sörf yapmış. Bu şimdiye kadar kaydedilmiş en büyük sörf dalgası. 
Nazare kimilerine göre Portekiz'in en güzel kumsalı. Ama turistik bir yer olmadan önce basit bir balıkçı kasabasıymış ve balıkçı eşlerinin giydiği yedi katlı diz hizasındaki etekleriyle meşhurmuş. 




Kasabanın her köşesinde ellerinde ''kiralık oda'' yazılı pankartlarla oturan kadınlar görmek mümkün. Yaz boyunca tüm akrabalar aynı eve toplanır, boşta kalan evleri turistlere kiraya verirlermiş. Mesela kimi zaman aynı evin içinde 20 kişi yaşadığı bile oluyormuş ve odaları kiralama işi ise tamamıyla kadınların kontrolünde...

 Ara sokaklarda dolaşıp soluğu plajda alıyoruz. 





Okyanus soğuk ve dalgalı, bizi acıktırıyor. Bu güzel günü Nazare'de bir balık lokantasında, leziz bir sardalya menüsü eşliğinde sonlandırıyoruz...:)











1 Ağustos 2014 Cuma

Sokaktan...Coimbra...




















25 Temmuz 2014 Cuma

Yeni Bir Başlangıç...

Değişim insanı son derece zorlayan bir olgu, hele de bu değişim hayatınızı alt üst edecek, yepyeni bir başlangıç yapmanıza yol açacak kadar büyük bir değişimse...Ben de uzun bir süreç sonunda hayatımda büyük bir değişim yaparak yaşadığım şehri ve hatta ülkeyi bırakıp yeni bir dünyaya adım attım. Beyaz atlı prensimin peşinden Portekiz'e geldim ve güzeller güzeli bir üniversite şehri olan Coimbra'ya yerleştim. Hayatın insana ne getireceği asla bilinmez tabii ama büyük bir aksilik olmadığı sürece hayatıma burada devam edeceğim gibi görünüyor şimdilik...İşte bu sebeple Coimbra ve Portekiz'le ilgili izlenimlerimi paylaşmak istiyorum burada.
Coimbra, tam anlamıyla bir üniversite ve öğrenci şehri...Yani hayatımda bu kadar öğrenci şehri olan başka bir yer görmedim. Herşey üniversitenin etrafında dönüyor. Şehrin ekonomisinin bel kemiğini üniversite oluşturuyor.Kuruluş tarihi 1290 olan üniversite Avrupa'nın ve dünyanın en eski üniversitelerinden biri...20.000 civarında öğrenciyi barındıran üniversite pek çok yabancı öğrenciyi de ağırlıyor ve bu yüzden en kozmopolit Portekiz üniversitesi olarak görülüyor.
Tarihi anlamda da büyük bir öneme sahip olan şehir, Guimaraes, Lisbon ve Porto ile beraber Portekiz'e başkentlik yapmış (1143-1255) dört şehirden biri. Coimbra küçük tepecikler üzerine kurulduğu için oldukça iniş-çıkışlı bir kent. Bu durum şehri yürüyerek dolaşırken insanı biraz zorlasa da muhteşem manzaralar sunuyor insana bir yandan. Mondego nehrinin iki yakasında yer alan şehri 4 farklı köprü birbirine bağlıyor.


Şehir genel anlamda yukarı bölgedeki üniversite ile aşağı bölgedeki Baixa denen (ve Portekizce'de ''aşağı'' anlamına gelen) bölge olmak üzere ikiye ayrılıyor. Baixa birbirinden şık kafeleri, pastahaneleri, butikleri ve Art Deco döneminden kalma  mağazalarıyla insanı çok daha eski dönemlerde bir gezintiye çıkmış gibi hissettiriyor. Zaten bu farklı bir yüzyılda bulunma hissine Portekiz'in pek çok yerinde kapılıyorsunuz.


Coimbra, büyük ölçüde üniversiteden kaynaklı olarak, Portekiz'in pek çok yerine göre yaşam standartları çok daha yüksek olan bir şehir. Ülkenin en büyük 2. hastahanesini yapısında bulunduran üniversite doğal olarak yoğun istihdam sağlayarak gelir seviyesini ülke ortalamasının üzerine çıkarıyor. Günün hemen hemen her saatinde kafelerde, pastahanelerde ve restoranlarda oturan, sohbet eden, kahve içip Nata yada benzeri geleneksel tatlılarda yiyen insanlara rastlamak mümkün. Kafeler ve pastahaneler Portekiz'de birer sosyalleşme alanı. Aynı bizdeki gibi aslında ''kahve bahane''. İnsanlar komşularıyla, dostlarıyla, eşleriyle veya sevgilileriyle bir araya gelmek ve gündelik havadislerden, dedikodulardan haberdar olmak, biraz sohbet etmek için mutlaka günde bir kez bu gibi yerlere gidiyorlar. İşin güzel yanı ise, bunun için şehir merkezine kadar gitmenize gerek olmaması. Çünkü Portekiz'de ve tabii ki Coimbra'da her sokak arasında, her mahallede bu tip bir yer bulmak mümkün. 





Şehir ayrıca pek çok turistik noktaya yakınlığı bakımından da gezginler açısından stratejik öneme sahip. Örneğin Portekiz'in en geniş Roma harabeleri olarak bilinen Conimbriga 16 km, Napolyon savaşlarının gerçekleştiği Buçaco Dağı ve hemen yanındaki Spa merkezi olan Lusa  25 km, Motemor-o-Velho' daki tarihi kale ise 32 km uzaklıkta. Ayrıca okyanus ve kumsal meraklıları için de Figuera da Foz sahili bir saatlik mesafede...




6 Nisan 2014 Pazar

Riga'da soğuk bir kış günü...

Aslında gezi planımızın içinde Riga'ya uğramak yoktu, bu güzel Baltık başkenti bize Baltic Air'in şık bir armağanı oldu. Şöyleki: Vilnius seyahatimizi Riga bağlantılı Baltic Air uçuşuyla gerçekleştirecektik ve fakat Baltic Air son anda Riga-Sabiha Gökçen uçuşumuzu iptal edip bize de ertesi sabaha başka bir uçuş ayarladı ve Riga şehir merkezinde 4 yıldızlı şık bir otelde ücretsiz kalmamızı sağladı. Böylece bu en büyük Baltik şehrini görme imkanımız oldu.

Letoya'nın başkenti olan Riga gerçekten görülmeye değer bir şehir. Daugava Nehri'nin kıyısında kurulmuş olan bu en büyük Baltık başkentinin kuruluşu 12. yüzyıla kadar uzanıyor. Ülkenin toplam nüfusu 2,3 milyon, bu nüfusun yaklaşık 700 bini başkentte yaşıyor. Ben nedense şehrin hep Baltik Denizi'nin kıyısında olduğunu sanırdım ama biraz daha içeride kalıyor.

Şehrin ilk kurulduğu yer olan eski şehir bölgesi (Old Town) UNESCO dünya mirası listesinde yer alıyor ve Avrupa'nın pek çok büyük şehriyle boy ölçüşebilecek Art Nouveau yapılarıyla ünlü. Eski Şehir'in çoğu sokağı trafiğe kapalı, bu yüzden çok rahat bir yürüyüş alanı sunuyor gezginlere...


Elinizde bir harita olmasa bile şehrin yüksek kuleleri yönünüzü bulmanıza yardımcı oluyor. Tabii ki silüetin en göze çarpan yapısı Riga Katedrali. 13. yüzyıl başında inşa edilen katedral şehrin sembollerinden biri ve en yüksek üç kuleden birine sahip.


Yine şehrin her yerinden görülen St. Peter Kilisesi ve onun zarif kulesi şehrin zarif mücevherlerinden bir diğeri...
Riga birbirinden güzel meydanları olan bir şehir. Bunların en önemlilerinden biri Katedralin önündeki geniş Katedral Meydanı ise bir diğeri-ve bence en güzeli- Ratsnams diye anılan ve Hause of Blackheads ( Siyah Kafalılar Evi) diye bilinen yapıya ve belediye binasına ev sahipliği yapan bu zarif meydan.




Bekar Alman tüccarlar tarafından kurulmuş bir lonca olan Siyah Kafalılar topluluğuna ev sahipliği yapmış olan bina Haziran 1941'de Almanlar tarafından bombalanmış, kalıntıları ise 1948'de Ruslar tarafından yerle bir edilmiş. Daha sonradan aslına uygun olarak tekrar yapılmış. Bu ikili binalardan birisi müze olarak diğeri ise turizm ofisi olarak kullanılıyor günümüzde.


Şehir arnavut kaldırımlı yolları ve sakin sokaklarıyla insana doyumsuz bir yürüyüş keyfi veriyor. Sıfırın altında dolaşan soğuk havasına rağmen insan yürümeye devam etmek ve bu eşsiz güzellikteki kenti daha çok içine sindirmek istiyor. 
 





Nehir umduğumdan çok daha geniş...Nehrin diğer tarafı daha çok yüksek binalar ve büyük otellerle dolu modern kent kısmını oluşturuyor. 

Riga büyük pazarıyla da ünlü. Ne isterseniz bulabileceğiniz, sebze-meyveden kıyafete, film DVD'lerinden her türlü ıvır-zıvıra ulaşabileceğiniz bu pazar bana daha çok İzmir'de Kemeraltı'nı, İstanbul'da Eminönü'nü hatırlattı. Ama bu ikisinden farklı olarak pazarın merkezinde kapalı bir yapı içinde, devasa büyüklükte bir alan sadece et ürünleri satılan bir pazara dönüştürülmüş ki, bu hiçbiryerde rastlamadığım birşeydi. 



 Bu kapalı alandaki et pazarının etrafı ise diğer ürünlerin satıldığı ve bizim alışık olduğumuz tarzdaki bir pazar yeri niteliğinde.










Pazar gezmeyi çok seven bir insan olmadığım için çok fazla zaman geçirmeden ordan ayrıldım ama bu işten keyif alanlar için çok detaylı bir turu hak eden, gerçekten de çok kapsamlı bir pazar Riga Pazarı.


Bir kedisever olarak benim şehirdeki favori mekanım ''Kedili Ev'' oldu. Hikayeye göre seçkin Alman tüccarların katıldığı bir loncaya giriş için başvuran evin sahibi reddedilmesinin üzerine sahip olduğu iki siyah kedinin heykelini popoları loncaya dönük olacak şekilde evin çatısına yaptırmış. Tabii bu muhtemelen bir şehir efsanesi çünkü kedi her zaman Riga'nın sembollerinden biri olmuş.


Riga'ya ulaşım düşündüğünüzden çok daha kolay ve hesaplı. Baltic Air'ın İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanından çok ekonomik uçuşlarıyla Riga'ya bir haftasonu kaçamağı yapmak zannedildiği kadar zor değil. Kuzeyin bu güzel şehri, soğuk bir kış gününde bile beni bu kadar etkilediyse (Otele dönüşte tipiye yakalandım!) güzel bir bahar yada yaz günü kim bilir ne kadar keyiflidir.