16 Şubat 2014 Pazar

Diyarbakır

Mardin'e kadar gelip iki adım ötedeki Diyarbakır'ı görmeden gitmek olmazdı elbette. Bizi burada da yine harika dostlar karşıladı, gezdirdi. Açılışı Hasan Paşa Hanı'nda enfes, kuş sütü eksik bir kahvaltıyla yaptık ki, denemeden  dönmeyin derim!


Zaten Diyarbakır'da ''Kahvaltı Salonu'' konsepti oldukça gelişmiş, biz daha çok Van Kahvaltısı'nın adını duyardık, Van'ı bilmem ama Diyarbakır'a sırf bu kahvaltı için bile gidilir.

Karnımızı doyurup kendimize geldikten sonra ilk olarak tam karşıdaki Ulu Cami'ye geçiyoruz. Ulu Cami Anadolu'da görmeye çok alışık olduğumuz şekilde eski bir kiliseden dönüştürülmüş bir cami ve her tarafında geçmişinin izlerini görmek mümkün.


Çan kulesi minareye dönüştürülmüş....



Sütunlar ise İslamiyet'ten çok daha önceki dönemleri çağrıştırıyor elbette...

Caminin avlusunda bir tur atıp Diyarbakır'lı ünlü şairler Ahmet Arif ve Cahit Sıtkı Tarancı'nın adına düzenlenmiş olan müze evleri gezmeye gidiyoruz. Biz Türkiye'de ne yazık ki edebiyatçılara hakettikleri değeri pek veremiyoruz. Ama yanyana düzenlenmiş bu iki müze hem iç düzenlemeleri, hem de tek başına mimari anlamda çok etkileyici. Müzelerin içinde duvarlarda şairlerin çeşitli şiirleri, kitapları, mektupları ve el yazmaları var. Bulundukları yapılar ise orjinalliği çok iyi korunmuş olan eski Diyarbakır evleri.



Diyarbakır'ın dar sokaklarında biraz daha dolaşıp Bakırcılar Çarşı'sından geçerek yine otantik bir yapı ola Sülüklü Han'a geçiyoruz ve soluklanmak ve birer Melengeç Kahvesi içmek için içerideki cafelerden birine oturuyoruz.

Sülüklü Han'ın girişindeki ahşap oymalı tabela bize Diyarbakır'ın çok dilliliğini ve çok kültürlülüğünü bir kere daha gösteriyor.


Tabelada yukarıdan aşağıya doğru Arapça, Ermenice,Kürtçe, Zazaca ve Türkçe dillerinde hanın tarihi anlatılıyor.



Melengeç, çetene ve birkaç farklı otun karıştırılmasından elde edilen bir kahve türü, bildiğimiz klasik kahveden farklı olarak toz halde değil de macun kıvamında. Süte eklenip cezvede pişene dek karıştırılarak elde ediliyor. Sülüklü Han'da bu kahveyi cezvede değil fincanda pişiriyorlar ve inanılmaz derecede leziz bir tadı var!

Kahvelerimizi içtikten sonra geçen sene belediye tarafından restore ettirilerek kullanıma açılan Surp Gragos Ermeni Kilisesi'ni görmek üzere ''Gavur Mahallesi'' ne doğru yürümeye başlıyoruz. 


...Ve gördüğünüz gibi, aynı sokak üzerinde üç farklı ibadethane...



Kilisenin dışı son derede sade ve gösterişsiz...




Ama içi de bir o kadar etkileyici ve görkemli...

Geçmişte bina depo olarak kullanılmış, zamanla kilisenin ahşap çatısı çürümüş ve çökmüş, ama neyse ki belediye bu güzel yapıyı kaderine terketmemiş ve son derece özenli bir çalışmayla restore edilmiş...

Kiliseden ayrılıp Diyarbakır'lıların ''Küçe'' dediği daracık labirentimsi sokaklarında yürüyerek surlara doğru yol alıyoruz. 


Surlar başlı başına bir yazı konusu! Ben kendimi bu denli ufak hissettiren, bu denli görkemli şehir duvarları görmedim hiçbir yerde! Zaten yanlış bilmiyorsam dünyada bir şehri çevreleyen en uzun sur Diyarbakır surları. Surların içinde kalan eski şehre Suriçi, dışında kalan kısmada Yenişehir deniyor. 




Eskiden surların etrafı, esrarkeşlerin, serserilerin takıldığı bir mezbelelikmiş.Yine belediyenin çalışmalarıyla surların etrafı temizlenmiş, turizme açılmış. Bizimle birlikte pek çok kişi surları ziyaret ediyordu. Surların üzerine çıkınca Dicle Nehri'ni ve ünlü On Gözlü Köprü'yü görebiliyorsunuz. Ben tabii ki bunu görünce nehrin kenarına inip köprüyü görmek istedim ve arkadaşımız sağolsun  kırmadı ve arabasıyla bizi oraya götürdü. 



Köprü Mardin Kapı'sının 3 km batısında yer alıyor ve tarihi Roma dönemine dek uzanıyor. Tabii ki defalarca yıkılıp yeniden yapılmış. Uzunluğu 18m. Avrupa'da bu tür köprülerin üzerinde genelde keman yada akordeon ile romantik müzikler  çalan bir müzisyen olur. Burada ise, yörenin kültürüne son derece uygun olarak davul ve zurna çalan iki müzisyen vardı..:) Ben ilk önce civarda bir düğün var sandım ama meğerse Avrupa'dakiyle aynı mantıkla, para kazanmaya çalışan müzisyenlermiş. 

Diyarbakır'a kadar gelip de meşhur ciğerden yemeden dönülmez elbette! Biz de yeniden arabamıza binip Yenişehir'e ciğer yemeye gittik. 



Çok fazla ciğer sever bir insan olduğum söylenemez. Ama bu yediğimize de ciğer denemez! En ufak bir ciğer kokusu duymuyorsunuz. Ciğerler şişe takılı halde geliyor ve yemeğe doyamıyorsunuz. Neden bu kadar meşhur olduğunu anlamak için gidip de yemek lazım. Şimdiden afiyet olsun!

1 Şubat 2014 Cumartesi

Mardin


         Yıllardır en çok görmek istediğim şehirlerden biriydi Mardin. Bu kış nihayet bu hayalim gerçek oldu. "Taşın dile geldiği şehir" derler ya Mardin için, bunun ne anlama geldiğini ancak kendi gözlerinizle görünce anlıyorsunuz.             
          


     Mardin kendinizi tarihin labirentlerinde hissettiğiniz şehirlerden biri... Pek çok farklı kültürü iç içe geçmiş ve yaşar halde buluyorsunuz. Arap,Kürt,Türk,Süryani kültürlerini, inançlarını, mutfaklarını yan yana, gündelik hayatın akışı içinde görüyorsunuz ki bu ne yazıkki bu ülkede görmeye pek alışık olmadığımız bir durum. 
Mardin pek çok tarihi şehirde olduğu gibi eski şehir ve yeni şehir olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Yeni şehir diğer pek çok Anadolu şehri gibi hiçbir özelliği olmayan sıradan bir beton yığını. Bu yüzden hemen eski şehre giden minibüslerden birine atlayıp soluğu eski şehirde alıyoruz. Lonely Planet'in Türkiye rehberinden bulduğumuz Şahmaran Pansiyon'a yerleşip henüz sabahın 7 si olmasına rağmen kendimizi labirentvari sokaklara atıyoruz. 


     Sadece sokaklarında yürüyüp fotoğraf çekmek bile çok büyür bir zevk. Eski şehrin ana caddesi Cumhuriyet Caddesi. Ana caddeyi boydan boya yürüyüp ara sokaklara dalıyoruz, bu eski şehirde kaybolmanın tadına varıyoruz. 
     Uzun bir yürüyüşden sonra bir sabah kahvesi içip biraz dinlenmek üzere Cafe Del Mar'a girip oturuyoruz. Eski taş bir bina...Bahçesi ayrı güzel, taş duvarlardan oluşan içi ayrı güzel.
     Tam kahvelerimizi bitirmişken çok sevgili Mardin'li arkadaşım Seval arıyor ve on dakika içinde yanımıza geliyor. Her zaman söylerim: bir şehri gerçek anlamda keşfetmenin en iyi yolu ne tur rehberleridir ne de rehber kitaplar...Hiçbiri size yerel halktan daha fazla yardımcı olamaz. Seval'le gezince bunu bir kere daha anlıyorum. O ana kadar ne kadar bilinçsizce gezdiğimizi farkediyorum. 
 İlkönce bizi eski bir medreseye götürüyor. Zaten Mardin kiliseler, medreseler ve eski camilerde dolu bir şehir.


        Ardından şehrin içindeki Süryani Kırklar Kilisesine geçiyoruz. Bir görevli bize kilisenin tarihini anlatıyor, hayatımda ilk kez bir Süryani Kilisesindeyim. Maalesef yok olmaya yüz tutmuş olan bu kültür beni çok etkiliyor ve heyecanlandırıyor. 
       Zaman ilerledikçe karnımız acıkmaya başlıyor, Seval'in tavsiyesiyle Çağ Urfa sofrasına gidip nefis bir öğlen yemeği yiyoruz.
      başlangıç olarak içli köfte...


Ardından yöresel kapalı lahmacun Sembusek...


...Ve finalde sac kebap...
 

Tıka basa doyup çaylarımızı da içtikten sonra Arkadaşım Seval'in arabasıyla Midyat'a doğru yola koyuluyoruz. Midyat-Mardin arası yaklaşık 60 km. Hafif virajlı bir yol ama sıkıntı yok. Keyifli bir yolculuktan sonra Midyat'a varıyoruz ama Mor Gabriyel Manastırı'nın kapanış saati 15:00 olduğu için Midyat'a 20 km kadar uzaklıkta olan manastıra doğru yol alıyoruz öncelikle. Kapısına vardığımızda saat 14:55, kıl payı yetiştik neyseki! Çünkü gezilip görülmeyi kesinlikle hak eden bir yer.

Manastır Süryaniler'in en önemli dini merkezlerinden biri. Hala aktif kullanımda...İçinde sürekli yaşayan yaklaşık 60 kişi var. Din adamları, görevliler ve öğrenciler. Bize manastırı Genç, konuya son derece hakim bir Süryani görevli gezdiriyor. 


      Günde üç kere ibadet için bir araya geliniyor, Türkiye'de ne yazıkki din adamı yetiştirilmesi yasak olduğu için gençler Suriye'ye gönderilip din eğitimi aldıktan sonra buraya dönüyorlar. 1915'den sonra Suriye'ye kaçan Süryaniler'in büyük kısmı oradan İsveç, Almanya, Fransa gibi Avrupa ülkelerine kaçıp yerleşmişler. Şu anda Türkiye'deki sayıları 20.000 civarı. Dini merkezleri Suriye'deki iç savaştan sonra Lübnan'a taşınmış.


Süryaniler İsa'nın konuştuğu dil olan Aramice'nin bir lehçesini konuşuyorlar, dua kitapları ve kutsal metinleri hep bu dilde yazılmış, alfabe ise Arap alfabesini andıran farklı bir alfabe.



 

    Artık manastırın kapanma saati geldiği için yavaş yavaş dışarıya çıkıp kapının önünde bir süre daha görevliyle konuşuyoruz. Süryani toplumunun yaşadığı zorluklardan bahsediyoruz bir süre. Sonra istemeyerek de olsa oradan ayrılıyoruz. Bu etkileyici mimari, yok olmaya yüz tutmuş bir kültür ve halk beni çok etkiliyor ve uzun süre etkisinden kurtulamıyorum. Mor Gabriel kesinlikle görülmesi gereken bir yer. 

Manastırı ardımızda bırakıp Midyat'ın merkezine doğru yol alıyoruz. Midyat, Mardin'den çok daha iyi korunmuş bir yer. En etkileyici yapı ise pek çok film ve diziye ev sahipliği yapmış olan Konuk Evi. 




Kısa bir Midyat turu yaptıktan sonra yine taş bir yapının avlusunda birer Türk kahvesi içerek günümüzü noktalıyoruz. 



Mardin ve çevresi kesinlikle gidilip görülmeyi hakeden, pek çok kültürün iç içe geçtiği, enfes bir yemek kültürünün olduğu yerler. Insanın içinde bir çeşit manevi tatmin duygusu oluşuyor sanki. Umarım bu çok kültürlülük hep devam eder...