LONDRA

Aristokrat,bohem,uçuk kaçık,nefesi kesici,sıra dışı bir şehir Londra.Havaalanından şehre doğru trenle giderken daha, gözlerimi alamadım dışarıda akıp giden manzaradan.Haziran ayının ortalarında olmamıza rağmen grimsi bir renk hakimdi gökyüzüne ve insanlar, ve tabii bende, Türkiye'de çoktaaaan yüklüklere kaldırdığımız montlar ve kazaklarla geziyorlardı.
Liverpool Street istasyonunda trenden inip metroya aktarma yaptım,sonra metroda bir aktarma daha...Ve kalacağım adrese en yakın istasyon olan Caledonian Road istasyonunda indim.
Trafik feci şekilde garip! Tabii ki biliyordum İngiltere'de trafiğin soldan aktığını ama bazı şeyleri önceden bilmeniz bu duruma hazırlıklı olduğunuz anlamına gelmiyor maalesef.Üstelik ilk trafik eğitimimizi almaya başladığımızdan beri refleks haline gelen ''önce sola,sonra sağa ve sonra tekrar sola bakılıp geçileceği'' bilgisi nerdeyse kazınmış beynimize.
Evi zorlanmadan buldum.Ev sahibem Jennie adında sevimli,orta yaş üstü bir kadın. Odamı gösterdi bana,yerleştim.Saat daha 16:00 civarı ve günler uzun. Gezmek istersem Camden Lock Market diye bilinen pazar yerine gidebileceğimi söyleyip yolu tarif etti. İlk günümde Londra'nın en ilginç semtlerinden biri olan Camden'daki pazarı gezdim elimde fotoğraf makinasıyla.



Ertesi gün pazardı ve ben erkenden kalkıp ev sahibimin benim için akşamdan hazırladığı kahvaltıyı yaptım ve yollara attım kendimi. Şehrin merkezine gitmek istiyordum ve tam nerden başlayacağımı bilmiyordum. Durakta etrafıma ve pazar günü bomboş olan sokaklara bakarken üzerinde ''London Bridge'' yazan iki katlı kırmızı bir otobüs durdu ve ben düşünmeden atladım. (Bu arada, toplu taşıma için haftalık abonman kartı diyebileceğimiz ''Oyster Card'' aldım ilk gün. Bu kartla bir hafta boyunca tüm toplu taşımalara binebiliyorsunuz.)

Londra köprüsünde inip yavaş yavaş yürümeye başladım, Bir süre sonra karşıma yüksek bir anıt çıktı. 1666 yılındaki büyük Londra yangını anısına inşa edilmiş. İçerden bir merdivenle,tıpkı bir minareye çıkar gibi çıkabiliyorsunuz ve (artık yorgunluktan bir adım bile atamayacak hale gelmişken) yukarda sizi muhteşem bir Londra manzarası karşılıyor.


Köprüden London Bridge görünüyordu ve ben büyülendim bu manzara karşısında,sabırsızca merdivenleri inip oraya doğru yöneldim. Sonuçta Big Ben'le birlikte Londra'nın en ünlü yapılarından biri,Londra ile ya da ne bileyim İngilizce öğrenmekle ilgiil hemen her yerde karşınıza çıkan bir resimdir Tower Bridge.
Nehrin kıyısına gelip köprüyü birden karşımda görünce Eifel Kulesi'i gördüğümde hissettiğim şeyi hissettim yine: Resim mi yoksa gerçek mi karmaşası! Sürekli resmini gördüğünüz çok ünlü bir yapıyı birden karşınızda görünce böyle bi kafa karışıklığı, algılayamama durumu yaşıyorsunuz.


Köprüyü bir süre hayran hayran izledikten sonra, yine onun tam yanında olan ''Tower of London'' yani Londra Kalesine giriş yaptım Beefeater denilen kale muhafızlarının eşliğinde.
Kalede pek çok ilginç bölüm var.Kaliyet mücevherlerinin,ki aralarında Kraliçe Elizabeth'in tahta çıkarken giydiği taçda bulunmakta) ve kraliyet silahlarının, zırhlarının ve savaş malzemelerinin bulunduğu sergiler en dikkat çekici olanları.



Kaleden sonra atladım yine bir kırmızı otobüse ve Parlemento binası ve muhteşem Big Ben'in önünde aldım soluğu. Londra'nın bir diğer sembolü: devasa bir saat kulesi, koca Ben!

Öyle ihtişamlı ki insan her önünden geçişte bir resmini çekmeden duramıyor. karşısında ise hayatımda gördüğüm en büyük dönme dolap, Londra'nın gözü, yani London Eye!



Biraz ilerisinde ise ünlü Westminister Katedrali tüm ihtişamıyla boy göstermekte.
Londra'nın güzel yanı, bütün önemli yapıların, gezilmesi gereken yerlerin birbirine yakın bir şekilde bir arada toplanmış olması. En fazla kısa bir otobüs yolculuğuyla ya da inanılmaz geniş kapsamlı örümcek ağımsı bir haritası olan metroyla heryere kolayca ulaşabiliyorsunuz. Toplu taşımayı teşvik etmek için de zaten şehir merkezine arabayla girebilmek için ücret ödemenmesi zorunluluğu konmuş. Tabii bu durumda çoğunluk toplu taşımayı tercih ediyor ve böylesine büyük bir şehirde, trafik diye bir problem yaşanmıyor.


Ben yine bir otobüse atladım ve Trafalgar Meydanı'na geldim bu kez. Amacım tam da meydana bakan National Art Galery'i gezmekti, ama ne göreyim Londra'da yaşayan tüm Hindistanlılar, daha doğrusu Sih'ler meydanda toplanmışlar ve 1984 katliamını protesto ediyorlar ve elbette inanılmaz derecede renkli bir görüntü var ortada.



Bir süre dolaştım kalabalığın arasında, görüldüğü üzre fotoğraflar çektim, kürsüde konuşan biri vardı ama ne dediği tam anlaşılamıyordu, ve kalabalıktan sıyrılıp National Art Galery'e girebildim. Müzede adını duyduğum duymadığım pek çok ressamın tablosu var, çoğu bilindik ressamlar ve muhteşem eserler. Ama o kadar büyük ve o kadar çok tablo var ki tek bir günde bitirebilmek imkansız. Çünkü bir süre sonra gözleriniz duyarsızlaşmaya, baktığınız şeyi algılayamamaya başlıyorsunuz. Sanırım tüm müzeyi gezebilmenin en iyi yolu uzun süre Londra'da kalıp ara ara müzeye gelmek ve her gelişte tek bir galeriyi yavaş yavaş gezmek olabilir.Müzeden sonra tekrar bir otobüs ve Picadily Circus!


Artık günün sonlarına yaklaşmaktaydım ve tüm gün yürümüştüm ordan oraya. Yorgunluk çökmeye başlamıştı üzerime, bende metronun Picadily hattıyla aktarma yapmadan kaldığım eve doğru yola koyuldum. Eve ulaştığımda yorgunluktan gözlerim kapanıyordu, akşam yemeğimi yiyip kendimi yatağa ve güzel bir uykuya bıraktım.
Ve bu daha Londra'daki ilk günüm! Daha koca bir hafta vardı önümde...Yazmaya devam edeceğim, çok yakında...:)