10 Aralık 2011 Cumartesi

Kopenhag

Lonely planet'in 'gitmek icin en kötü mevsim' olduğunu ima ettiği(kış mevsimi soğuk, karanlık ve yağışlıdır) bir mevsimde Kopenhag'dayım. THY ile İstanbul'dan direk ucusla 3 saat15 dakikada ulaştım Kastrup havaalanına. Sorunsuz geçen yolculuktan sonra çok zorlanmadan tren istasyonunu buldum. Zaten tabelaları takip etmeniz yeterli. Şehir merkezine gitmek icin 36 Danimarka kronu (1TL=3DKK)ödedim.Tren hareket ettikten üç durak sonra merkez tren garına ulaşıyorsunuz ve zaten İngilizce anons yapılıyor.
                                                              Copenhag Tren İstasyonu

          İstasyondan çıkar çıkmaz sehrin en popüler eğlence merkezi olan Tivoli Bahçeleri ile karşılaşıyorsunuz. Neyseki akıllıca davranıp tren istasyonuna çok yakın bir otelde yer ayırttırmıştım. Hotel Cabinn City istasyondan sadece 200 m ilerde. Odalar gemi kamarası gibi dar ama son derece rahat, temiz ve hesaplı. Ertesi gün erkenden kalkıp şehri keşfe çıkıyoruz. Hava ılık ve güneşli, (bir İskandinav ülkesi aralık ayının ortasında ne kadar ılık ve güneşli olabilecekse okadar elbette!) Zaman sınırlı ve görmek istediğimiz bir dolu yer var.
 İlk olarak Slotsholmen adasiyla başlıyoruz.Ada dediysem öyle deniz asiri bir yer değil elbette. Kopenhag tıpkı Venedik ve Amsterdam gibi kanallar ve köprülerle birbirine bağlanan ufak adacıklardan oluşuyor. Slotsholmen ise birçok önemli binanın üzerinde bulunduğu (Danimarka parlementosu gibi) 'şehir içinde şehir' diye tabir edilen bir adacık.



Sonrasında şehrin alışveriş caddesi olan Stroget' e geçiyoruz yürüyerek. Araç trafiğine kapalı olan cadde rengarek ışıklarla, kalplerle donatılmış, vitrinler ise noel için hazırlanmış durumda.




Sokaklarda gezmek neyse de hava soğuk, karnımız da acıktı. Fırsattan yararlanıp Kopenhag'ın ünlü ''Smørrebrød''denilen sandviçlerini denemenin vakti geldi. Daha önceden yerini öğrendiğim ve civarın en iyisi olduğunu duyduğum Suiids adlı cafeden içeri giriyoruz. İçerisi gayet sıcak, konforlu ve hoş.

Biraz dinlenip ısındıktan sonra bu kez şehrin farklı bir bölgesine, Christianhavn'a doğru yola çıkıyoruz. Bu bölgede yer alan Christiania çok enteresan bir ''iç şehir'' Hippi tarzı bir yaşam süren insanların bir arada bulunduğu, hafif uyuşturucuların sokaklarda satıldığı ve kendi kural ve yasalarının olduğu bir küçük kasaba, hem de Kopenhag'ın tam orta yerinde!



Christiania'nın pek çok yerinde fotoğraf çekmek yasak. Muhtemelen tezgahlarda satılan marihuana, haşhaş ve esrar gibi pek çok uyuşturucu maddenin kayda geçmesini istemiyorlar.


İstatistiklere göre dünyanın en mutlu insanları Danimarkalılarmış. Bunun sebebini anlamak hiç de zor değil. İnsana, çevreye ve doğaya verilen değer her yerde kendini gösteriyor. Tertemiz sokaklar, bakımlı rengarenk boyalı binalar, bisikletler için ayrılmış özel  yollar, traik lambaları ve park alanları ve hayli yüksek bir gayri safi milli hasıla... İnsan bir şehirden başka ne ister ki!

23 Ekim 2011 Pazar

Et maintenant, on va où? (Peki Şimdi Nereye?)

''Dünyayı kadınlar yönetseydi nasıl olurdu?'' sorusuna minimal düzeyde cevap arayan ve bence çok da güzel  bir cevap bulan bir Lübnan filmi ''Peki Şimdi Nereye?'' Ülkedeki din savaşlarında pek çok erkeğini kaybeden bir dağ köyünün kadınlarının yeni bir savaşa engel olmaya, erkeklerinin ölmesine fırsat vermemeye çalışmalarının enfes hikayesi... En ufak bir mevzuda bile alevlenmeye dünden hazır olan, en ufak tartışmada silahlarına davranan erkeklerin arasında kalmış, gündelik yaşamlarında herşeyi paylaşan, dinleri dışında hiçbir ayrı yönleri olmayan ince zekalı, mükemmel organize olabilen kadınlar...Savaşa engel olabilmek için kaza sonucu ölmüş oğlunun yasını bile erteleyecek kadar dirayetli, ülkedeki savaş haberlerini kesebilmek için tüm haberleşme kaynaklarını ortadan kaldırabilecek kadar gözü kara, erkeklerin kafasını dağıtmak için Ukrayna'lı fahişelere tüm paralarını yatıracak kadar fedakar kadınlar...
Hergün insaların öldüğü bir ülkede yaşadığımızı göz önünde bulundurursak, bizim için, özellikle, ders çıkarılması gereken bir film bence...
Bu arada, filmin aralarına serpiştirilmiş muhteşem müzik ve danslar da bu trajik ortama neşe katan, insana yaşama sevinci veren unsurlar...Afişte görülmekte olan ve filmde de oynayan yönetmenin ( Nadine Labaki) güzelliği ise insanı büyülüyor bu arada...



24 Eylül 2011 Cumartesi

Bir Zamanlar Anadolu'da


Cannes'da Jüri özel ödülü alan, Robert De Niro'nun ağzından Türkçe adıyla anons edilen Nuri Bilge'nin son filmine gittik dün gece.
Bir kere baştan söylemek gerekirse, izlediğim diğer Nuri Bilge Ceylan filmlerinden oldukça farklı yönleri vardı...Tabii ki yine uzun süren tablovari sessiz doğa-insan sahneleri, göndermeler, ve yavaş ilerleyen bir hikayeydi karşımızdaki ama diğer filmlerinden farklı olarak birkere çok fazla diyalog içeriyordu. Hemde ne diyaloglar! Cehov'dan yapılan alıntılardan, insanın öleceği günü bilip bilemeyeceğine, manda yoğurdu- koyun yoğurdu tartışmalarından ''love story'' melodisiyle başlayan telefon görüşmelerine kadar birbirinden ilginç konuşmalar!

Ana konu ise, ''bir katilin peşinde, Anadolu'nun bozkırımsı coğrafyasında, kıvrıla kıvrıla ilerleyen köy yollarında, tüm gece gömülü bir ceset arayan küçük kasaba adamlarının yalnızlıkları'' diye özetlenebilir... Filmin ilk yarısının aynı gece içinde hiç güneş doğmadan ilerlemesi insanı hiç de sıkmazken, filmdeki üst düzey kara mizah insanı kendinden geçiriyor. Mizahın en yoğun olduğu karakter olan başkomiser Naci rolündeki Yılmaz Erdoğan çok başarılı. Ama benim kişisel favorim, göründüğü kısa sahne boyunca herkesten rol çalan ''Küçük devlet memuru'' Şakir! Kendi çapında idealist, elindekilerle yetinmeyen ve işine son derece sadık bir adamı canlandıran Şakir, beni benden aldı diyebilirim!

Filmdeki küçük detaylar, yönetmenin filme gösterdiği özeni gözler önüne seriyor... Babası yeni ölmüş çocuğun kaçan topu okulun bahçesine göndermesi, muhtarın evinde yenen yemek sırasında kesilen elektrik, bu süre boyunca muhtarın tesbih çekip kendi kendine okuduğu dualar, muhtarın kızının elinde bir gaz lambasıyla ve çay tepsisiyle içeri bir ışık dansı yapar gibi girişi ve bu esnada içine kapanan yalnız adamların bir peri kızı görmüşçesine aydınlanan yüzleri...Ve tabii çok güldüğüm Clark Gable esprisi...

Bu kez, Nuri Bilge filmlerini sıkıcı bulanların bile seveceklerini umduğum bir filmle karşı karşıyayız...Sırf Şakir için bile izlemeye değer...

23 Eylül 2011 Cuma

Aylak Adam

          
 Okuduktan sonra, bunca zamandır nasıl olupta gözden kaçırdığıma hayretler içinde kaldığım bir kitap ''Aylak Adam''. Birkere insan 1957'de yazıldığına bir türlü inanamıyor. O kadar güncel, o kadar bugünü anlatır gibi ki!
Kitabın kahramanı C., zengin değil ''paralı'', işsiz değil ''aylak'' bir adam... Yani Türk edebiyatında görmeye fazlasıyla alışık olduğumuz yoksul, meteliksiz aylaklardan epeyce farklı... Ölesiye yalnız ve yalıtılmış bir dünyada yaşıyor...Sürekli ''O'' nu arıyor ama hep teğet geçiyor iç acıtacak şekilde...

        ''...Çevresine bakindi. Yoktu. Oturma odasını da aradı. Orada da yoktu. Bunca lüzumsuz esya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu...''

           Bir süre sonra C. yi ve aylaklığını öyle bir benimsiyorsunuz ki, onunla birlikte İstanbul sokaklarını boş boş dolaşıp, etraftaki insanları incelemeye başlıyorsunuz, garsonlara ''gıcık'' oluyorsunuz ve gelip geçen kadınların arasında C.'nin ''hayatının kadınını'' arıyorsunuz. Kitap olmadık bir şekilde bitiverince de kalakalıyorsunuz...''Keşke bu kadar kısa sürmeseydi'' hissiyle...

         "Dünyada hepimiz sallantılı,korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz.Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır.Tramvaylardaki tutamaklar gibi.Uzanır tutunurlar.Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına.Çocuklarına tutunanalar vardır.Herkes kendi tutamağının en iyi,en yüksek olduğuna inanır.Gülünçlüğünü fark etmez."





19 Eylül 2011 Pazartesi

tesbih taneleri

TESBİH TANELERİ
"Saro Nenem Heredan'daki evlerinde tarhana hazırlayıp kuruması için dama sermiş; aynı gün, bahçeden topladığı sebzelerle turşu kurmuş; ama o yıl hem damdaki tarhana, hem de kilerdeki turşu kurtlandığı gibi, bir de kara haber köye ulaşmış:

"Ermeniler köylerini boşaltıp kafle'ye çıkacak!"
...Ve o yılın baharında çıkılan ''kafle'' yollarında dağılan, kaybolan, birbirinden kopan ''tesbih tanelerinin'' hikayesi...Ama sanılmasın ki hep hüzün, hep acı, hep göz yaşı...Doğru dürüst Ermenice bilmeyen, Türkçe'yi Diyarbakır şivesiyle konuşan ''Hay'' çocuğu Mıgırdiç'in babası tarafından ''Okusun, dilini, kültürünü öğrensin'' diye gönderildiği İstanbul'da yaşadıklarını, büyük şehre alışmaya çalışırken geri dönüşlerle hatırladığı çocukluğunu, Ermeni okulundaki arkadaşlarınca ilk önce dışlanan: 'Diyarbakır'da gavur, İstanbul'da Kürt olduk!'' serzenişleriyle anadilini öğrenme çabalarını bazen hüzünle bazende kahkahalar atarak okudum ben şahsen...Uzun zamandır da bu kadar etkilendiğim ve bu kadar samimi bulduğum bir roman olmadı...

23 Ağustos 2011 Salı

Conner Priari


CONNER PRIARI
İnteraktif Tarih Parkı

Bilenler bilir, ben kişisel olarak tarihi çok severim. Geçmişle ilgili okumaktan, belgeseller yada filmler izlemekten daima büyük zevk almışımdır. Fakat pek çok insan, özellikle de belli bir yaş altındaki öğrenciler için tarih bir eziyetten başka birşey değildir. Zaman zaman düşünürdüm çocuklara nasıl sevdirilebilinir diye...Bunun cevabını Indiana'daki Conner Priari Tarih Parkında aldım. Conner Prairi çok geniş bir alana yayılmış bir park ve farklı temalardan oluşuyor. Bunlardan en ilginci ise Amerikan iç savaşının bire bir canlandırıldığı, daha gerçek görünmesi için de dönemi canlandıran oyuncularla desteklendiği kısım.

İç savaş döneminin canlandırıldığı Dupond adında bir kasabaya adım atıyorsunuz ve o andan itibaren gerçekten de iç savaşı yaşıyorsunuz sanki...




Konfederasyon birlikleri tarafından yakılıp yıkılmış bir tren istasyonu...



Küçük bir dükkanın önünde sizi karşılayan ve heyecanla askerilerin gelişini ve kasabayı talan edişlerini anlatan iki kadın...


Dükkanın içinden döneme ait küçük detaylar...



Artık ders yapılmayan bir okul....


...ve karatahtasında savaşı anlatan bir harita...


Belli aralıklarla bu binaların birinde ziyaretçelere savaşı bire bir anlatan bir film gösterimi yapılıyor. Film dediysem sıradan bir film değil, nerdeyse gerçek gibi. Bir perdenin arkasında, üç boyutluymuş izlenimi veren görüntüler izliyorsunuz, savaşı yaşayan insanlar çıkıp heyecanlı bir şekilde olanları anlatıyorlar. Patlamalar oluyor ve o esnada sizin tam önünüzde duran bir ağaç gürültüyle yıkılıyor! Herşey gerçek gibi...


İç savaş kısmından, kapalı bir köprü vasıtasıyla çıkıyorsunuz ve bu kez yine aynı döneme ait tipik bir Amerikan kasabasına adım atıyorsunuz. Kasaba ve içindeki insanlar sanki o dönemi yaşıyor gerçektende. İnsanlar gündelik hayatlarına devam ediyorlar. Kadınlar yemek pişiriyor, erkekler bahçede çalışıyor, yada hayvanlarla ilgileniyor. Sizde bu arada evlere girip, eşyalara okunup, insanlarla konuşabiliyorsunuz.






Müzenin ziyaretçilere sunduğu bir süpriz de balondan tüm köyü izleme imkanı...

12 Temmuz 2011 Salı

Rüzgarlı Şehir


Geçen haftasonu Chicago'daydım. Michigan gölü ve kanalıyla, göz alıcı gökdelen mimarisiyle insanın başını ilk andan itibaren döndürmeye başlayan inanılmaz bir şehir Chicago...
Bu şehirden gökdelenlerin bile bir tarihi var ve büyük bunalımdan ünlü Al Capon'a dek pek çok tarihi döneme tanıklık etmiş göz alıcı bir güzellik...



Biz şehre varır varmaz ilk olarak bir kanal turuna katıldık. Böylece şehri daha iyi algılayıp tanıyabileceğimizi düşündük çünkü ve gerçekten öyle de oldu... Üstü açık gezinti tekneleriyle yapılan bu gezilerde bir rehber yanından geçilen tüm önemli gökdelenlerin tarihini anlatıyor... Bazıları ünlü filmlere sahne olmuş binalar. Bu filmlerden biri de Batman Dark Night. Hikayede olaylar Gotham şehrinde geçmekte fakat filmin çoğu sahnesi Chicago'da çekilmiş. ''My Best Friend's Wedding'' filminde de Julia Roberts bizim yaptığımız gezintinin aynısını yapıyordu bir sahnede...

Tekne turu bittiğinde hepimiz acıkmıştık. Otobüse atlayıp Water Tower'a Chicago'nun geleneksel pizzası olan ''Deep Dish'' yemeğe gittik. Gerçekten de ününü hakeden bir yemek olduğunu söyleyebilirim...



Yürüyerek otelimize döndük ve gece için hazırlanıp yine bir Chicago klasiği olan blues barlara doğru yola çıktık. Aldığımız tavsiye üzerine de ''Kingston Mines'' da iki farklı gruptan blues dinleyerek geceyi bitirdik.



Ertesi gün ilk işimiz Dünyanın en yüksek 3., Amerika'nın ise en yüksek binası olan ''Sears Tower'' a çıkmak oldu. 103. kattaki seyir terasına çıkarken asansörde insanın kulakları tıkanıyor basınç değişiminden dolayı. Zirveye ulaştığınızda ise muhteşem bir şehir manzarası sizi karşılıyor.


 Seyir terasında camdan yapılmış cumba tarzı çıkıntılar var ve çıkıntının tabanıda camdan. Bu sayede tüm şehri ayaklarınızın altına alabiliyorsunuz ve bulunduğunuz yükseklikten dolayı kalp atışlarınızın hızlandığını hissediyorsunuz.


Kuleden inip yeniden yere ayak basınca, bu kez Michigan Gölünde bir gezinti yapmaya karar verdik ve ''Tall Ship Windy'' ile devasa gölün sularına yelken açtık.



Tabii ki yine enfes bir manzara ve yelkeli teknenin huzur verici sessizliği içinde güzel bir gezinti yaptık...
Teknenin huzur verici atmosferinden sonra fazla curcuna yaşamak istemiyor insan. Chicago'da ''Trolley'' diye anılan, bizim Taksim'deki tranvayın raydan değil de yoldan gidenini andıran araçlar var. Özellikle turistik şehir gezileri için kullanılıyorlar. Onlardan birine binip şehrin diğer ucundaki  dünyanın en büyük kapalı alan akvaryumu olan Shedd Akvaryumuna gittik.


Beyaz balinadan ayı balığına, çeşit çeşit tropikal balıktan köpekbalıklarına kadar her türlü deniz canlısını görmek bu devasa akvaryumda. Her habitat için ayrı bir bölme yapılmış . Amazon, okyanus, karayip Denizi, Kutuplar ve daha pek çok farklı bölümde çeşit çeşit canlı türlerini görebilmek mümkün.
Çok yoğun ve yorucu bir gün geçirdiğimiz için yorulmuştuk ve akvaryumda gölün kıyısındaydı. Bizde gölün kenarında çimenlere uzanıp manzaranın tadını çıkardık bir süre...



Akşamsa yine ışıl ışıl Chicago geceleri...
Tüm bu gezileri yapmak ne kadara mal oldu derseniz, ''GO CHİCAGO'' kartımız olduğu için hiçbirine para ödemedik. Tek tek gidilmeye kalkıldığında hepsi çok pahalı geziler, ama 1,3,5, ve 7 günlük seçenekleri olan kartla toplamda çok daha ucuza geliyor. Kartlar bize katıldığımız projenin yetkililerince temin edildi ama bildiğim kadarıyla üç günlük kart 100 dolar civarı. Ancak biz bu yaptığımız gezileri tek tek ödesek çok daha fazlasını verirdik. Sadece iki tekne turu 60 dolar kadar tutuyordu çünkü. Üstelik kartı olanlara ''Trolley'' ücretsiz...


27 Haziran 2011 Pazartesi

Indianapolis Çocuk Müzesi

Bugüne kadar gittiğim en eğlenceli müze gezisiydi sanırım. Çocuklar, oyuncaklar, birbirinden ilginç bölümler ve etkileyici bir tiyatro performansı... Çocuk müzesinde hepsini bir arada bulmak mümkün. İçeri adım attığınız anda ''Şimdi çocuk olmak vardı'' diyorsunuz ama yetişkin olarak da inanılmaz keyif alınıyor müzeden.

 Müzenin girişinde zaten içeride neler olabileceğinin işaretlerini alıyorsunuz aslında. Kapıda sizi kafası müzeden içeriye dalmış iki dinazor karşılıyor. Biri dev boyutlarda diğeri henüz yavru, resimde sadece kuyruğu görünüyor...
 İçeriye adım atar atmaz ünlü ''Transformers'' filminde de kullanılmış olan dev robotla burun buruna geliyorsunuz...
 Arkeoloji kısmı belkide en eğlenceli bölümlerden biri...Gİrişte ''İndiana Jones'' serisinde Harison Ford'un kullandığı şapka ve kamçıyı görmek mümkün.

Çin'İn Xi'an bölgesinde bulunan binlerce asker heykelinden birkaçının kopyaları...




Dev kutup ayısı ve ayak izi...






Anna Frank'ın hüzünlü hikayesi....

 Dev dinazorlardan sadece birisi....

...ve yumrtaları...

Tabii ki Barbie'ler...

Müzenin en güzel yanı, ziyaretçilerin hemen hemen herşeye dokunabiliyor olmaları. Mesela Barbie bölümünde çocuklar kumaşlardan elbise tasarlayıp kendilerine ya da bebeklere elbiseler giydirebiliyor ve onlarla oynuyorlardı. Arkeoloji kısmı zaten tamamen interaktif. Puzzle'lar, bilmeceler, oyunlar... Bilimle ilgili olan bölümde çocuklar herşeye dokunup inceliyorlar. Müze gerçek anlamda öğretici ve inanılmaz derecede eğlenceli....Keşke bizde de bu tarz eğlenirken öğreten müzler olsa...