24 Ocak 2013 Perşembe

Lisbon



Bu nefes kesici kente  Praça do Comércio'dan giriş yapıyoruz. ''Ticaret Meydanı'' denilen bu meydanın bir tarafı Tagus Nehri'ne diğer tarafı ise muazzam bir kapıyla şehrin içerisine doğru bakıyor.


Bu muazzam kapıdan geçince şehrin en önemli alışveriş caddelerinden birinde buluyorsunuz kendinizi. Caddeyi boylu boyunca geçip en sonunda, soldaki ilk sokağa doğru baktığınızda ise İzmir'deki asansörün kardeşi olan ''Elevador de Santa Justa'' ile karşılaşıp şaşırıyorsunuz. 



Asansörün mantığı İzmir'dekiyle tıpatıp aynı: Kot farkı sebebiyle yüksekte kalan Bairro Alto semtini, aşağıdaki Baixa semtine bağlayıp ulaşımı kolaylaştırmak. Yeri gelmişken, sık sık İstanbul' a benzetilen Lisbon, tıpkı İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş bir şehir ve bu yüzden de dik yokuşlar gerçekten de insanın iflahını kesiyor yürüyerek çıkıldığında.


5 Euro ödeyip asansörle yukarı çıkıyoruz ve tabii ki enfes bir manzara bizi karşılıyor. 


Santa Justa Asansörü 19. yüzyılda Fransız Mimar Raoul Mesnier du Ponsard tarafından yapılmış. Yolcularının 32 metre yukarıdaki üst mahalleye kolayca ulaşmalarını sağlıyor. Asansörden inince spiral şeklinde dolanan bir merdivenle biraz daha yukarıya çıkıp manzarayı seyrediyoruz. 


Buradan bakılınca Sao Jorge kalesini ve Rossio meydanını ve Tagus Nehri'ni tüm güzelliğiyle görebilmek mümkün.
Manzarayı doyasıya izledikten sonra, asansörle tekrar aşağı inip yukarıdan gördüğümüz yerleri bulmaya gidiyoruz.



Asansörün biraz ilerisindeki Rossio'ya (geniş açık alan anlamına geliyor) gidiyoruz önce. Bu meydan, şehrin farklı kısımlarını birbirine bağlıyor ve her daim enerjik ve hareketli.


Meydandaki en büyük yapı ulusal tiyatro, tam karşısında ise yüksek bir kaide üzerinde IV. Pedro'nun heykeli ve kaidenin etrafında adalet, bilgelik, cesaret ve sağduyuyu temsil eden heykeller var.


Rossio'dan ayrılıp ilerliyoruz ve Praça da Figueira meydanını geçerek yokuş yukarı tırmanmaya başlıyoruz. Aslında kaleye 28 no'lu tranvayla da gidilebiliyor fakat biz hafif çiseleyen yağmur altında yürümeyi tercih ediyoruz, ama epey de yoruluyoruz. Bu yüzden kaleye çıkmak isteyenlere tranvayı kullanmalarını ( hele de yaz mevsimiyse) tavsiye ederim.





Kalede biraz soluklandıktan ve yine yukarıdan şehri izledikten sonra yokuş aşağı inerken şehrin büyük katedrali SE ile karşılaşıyoruz.




İnşaası 12. yüzyıla dayanan katedral Portekiz'deki gotik mimarinin en iyi örneklerinden olarak görülüyor. Yapılan araştırmalara göre, katedralin yerinde daha önce muhtemelen bir cami olduğu düşünülüyor.


Artık şehrin bu tarafını yeterince gezdiğimizi düşünüyor ve Belem'e doğru yola çıkıyoruz. Nehir kenarından ilerleyerek giderken, nehrin iki yakasını ( tıpkı İstanbul'daki gibi ) birbirine bağlayan güzel köprüyü de görmüş oluyoruz.



Belem'in en büyük ve görkemli yapısı Jeronimos Manastırı. Manastır aynı zamanda Vasco de Gama ve Camoes in de mezarlarına ev sahipliği yapıyor.






Manastırdan çıkıp yolu geçerek nehir kıyısına ulaştığımızda Lisbon'un en ünlü anıtlarından biri olan ''Keşifler Anıtı'' ile karşılaşıyoruz. Belem aynı zamanda Portekiz'li kaşiflerin denize ilk açıldıkları yer olduğu için, gemi şeklinde büyük bir anıt inşaa edilmiş tam da bu noktaya. Anıtın üstünde sadece denizci kaşifler değil, bir şekilde insanlık tarihine katkısı olmuş herkes: bilimadamları, filozoflar ressamlar ve sanatçılar da yer almış.




Anıtın yanından nehrin karşısına doğru baktığınızda, köprünün diğer yakadaki ayağının hemen yanında, yüksek bir kaide üzerinde duran İsa heykelini görmek mümkün.

Şehri baştan sona gezdiğimize göre, şimdi gece hayatının odak noktası olan Bairro Alto'ya doğru yol alabiliriz.



Bairro Alto ''yüksek mahalle'' gibi bir anlama geliyor ve şehrin barlar bölgesi. Gece hayatı burda akıyor ve insanlar sokaklarda, barların önlerinde ellerinde içkileri ile sohbet edip eğleniyor. 


 Biz de şehrin en ünlü kafesi diyebileceğimiz Brasileira'da oturup biralarımızı yudumluyor ve gelene geçene bakıyoruz. Ocak ortası olmasına rağmen dışarıda oturuyoruz, çünkü hava bahardan kalma sanki...


Bu arada içtiğim biranın resmini çekmeden edemiyorum, Türkçe düşünüldüğünde komik bir ismi var çünkü...:)


Oturduğumuz kafe, Portekiz'in en ünlü şairlerinden biri olan Fernando Pessoa'nın da sık sık gelip oturduğu bir mekanmış vakti zamanında. Bu sebeple kafenin masalarının yanında ona da bir yer ayırmışlar ve insanlar onun masasına oturup şairle fotoğraf çektiriyorlar sık sık...


Lizbon tadını insanın damağında bırakan şehirlerden biri. İnsanı yormuyor, üzmüyor. İklim kışın bile gayet yumuşak ve ılıman. Fiyatlar Avrupa'nın diğer şehirlerine göre daha makul. Şehrin heryerine ya yürüyerek ya da tranvay ve metro hattıyla ulaşmak mümkün. Bence mutlaka görülmesi gereken bir şehir...