25 Ocak 2011 Salı

Das Leben der Anderen-Başkalarının hayatı



Bazı filmler vardır hani, izledikten sonra filmi, sahnelerini, karakterlerini aklınızdan çıkaramazsınız, uyursunuz kalkarsınız ve hala aklınızın bir köşesindedir. Hüzünle mutluluk arası bir tat kalır içinizde o filmden geriye...İşte öyle bir film ''Başkalarının Hayatı'' İzleyeli bir kaç gün oldu, ama hala etkisinden kurtulamadım. Fİlm hakkında yazılmış pek çok şey okudum, oyunculuklar, müzik, senaryo, filmin epik yapısı ve tabii aldığı ödüller...Hepsi iyi güzel ve hoş da sadece bunlar değildi beni böyle etkileyen. ''İnsanın içinde dürüstlük ve doğruluktan bir parça varsa eğer'',diyor bu film, ''ne kadar görev adamı da olsa, ne kadar sadık da olsa, o iyilik doğruyu yapmasını sağlar. Üstelik bunu hiç bir karşılık ya da teşekkür beklemeden yapar'' Bunun yanında, sanatın, ama gerçekten anlaşılıp özümsenen sanatın insanı nasıl dönüştürebileceğini gösteriyor film. Güzel bir şiir, içten bir müzik ve izlenesi bir tiyatro eseri insanda değişime yol açar diyor bir anlamda. Yalnızlık, sevgisizlik, fedakarlık ve hayatı sorgulama gibi temalar da bonus olarak yanında geliyor hikayenin.
İnsanlıktan ümidi kestiği anlar olur ya herkesin zaman zaman, işte bu film o ümidi hep uyanık tutuyor. Çünkü diyorki ünlü tiyatro yönetmeni filmin bir sahnesinde: ''ümit en son ölendir''
Doğu Almanya'da geçiyor film, Berlin duvarı yıkılmadan önce, 80'li yıllar...Gizli polis teşkilatı herkesin hayatının içine kadar girip, didik didik etmekte... Bu didiklenmeden, ünlü bir oyun yazarı ve onun oyuncu sevgilisi de nasibini alıyor. Bu dünyanın içinde, göreve son derece sadık bir polis, bir şeylerin yanlış olduğunu farkediyor. Tamam, eleştirilebilecek yerleri var filmin. Mesela doğu kötü, despot ve nerdeyse tüm karakterler nefret edilesi; batı ise aydınlık, özgür ve huzur dolu. Ama bu durum filmin aslında dış kabuğu, içerde ise çok insancıl, insanın en hassas yerlerine dokunan bir hikaye gizli...
Üstelik Amerikan filmlerinde görmeye alışık olduğumuz bir klişe sonla da bitmiyor kendine ve gerçek hayata yakışır bir şekilde...Yazar kendine yapılan iyiliğe yine çok naif ve -bence-hoş bir şekilde teşekkür ediyor.
Bütün film boyunca herşeyi gözleriyle anlatan, duygusuzluk abidesi gibi görünen Wiesler'in (gizli polis)  son sahnedeki belli belirsiz tebessümü Ulrich Mühe'nin muhteşem oyunculuğunun kanıtı gibi...
Son sahne, ah o son sahne...

İzlediğimden beri aklımdan çıkmıyor; ''hgw xx/7 ye ithaf edilmiştir'' kısmı...

Ve tabii bir de:
"Nein, das ist für mich"










19 Ocak 2011 Çarşamba

Kırmızı Cuma...

Marquez'in ''Kırmızı Pazartesi'' adlı kitabını okudum geçen hafta. Kitabın kapağında daha sonunu söyler yazar:
''İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin romanı'' der.
Nedim Şener ''Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları'' adında bir kitap yazdı ve bu kitaptan dolayı 28 yıl hapis cezasıyla yargılandı. Neyseki beraat etti. Şimdi ise yeni bir kitap çıkarmış :
''Kırmızı Cuma-Dink'in Kalemini Kim Kırdı?''
Ece Temelkuran'ın köşesinde öğrendim bu yeni kitabı... Marquez'e yapılan göndermeyi belki anlayamazdım romanı yeni okumuş olmasam.
Marquez romanında, kızkardeşlerinin namusunu temizlemek için öldürmeye karar verdikleri Santiago Nasar'ı bekleyen Vicario kardeşleri, onların bu cinayeti gizlemek için hiç birşey yapmamalarını, aksine tüm kasabaya, önlerine çıkan herkese anlatarak aslında birilerinin kendilerini engellemesi için uğraşmalarını anlatır. Ancak kimse bunu yapmaz ve Santiago Nasar göz göre göre öldürülür.

Tıpkı 4 yıl önce bugün-neyazık ki- Hrant Dink'in öldürüldüğü gibi...


14 Ocak 2011 Cuma

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

11 Ocak 2011 Salı

''Erken Kaybedenler''

Uzun zamandır bir Emrah Serbes yazısı yazmayı planlıyordum kafamda, ama bu yazı son zamanlarda iyice popülerleşip kült bir TV karakterine dönüşen Behzat Ç., yada kitap versiyonundaki adıyla ''Bir Ankara Polisiyesi'' hakkında olacaktı. Öğrencilik yılları Ankara'da geçmiş bir polisiye sever için bulunmaz bir nimet gibiydi çünkü ''Bir Ankara Polisiyesi''. Şimdiye kadar okuduğum tüm yerli polisiyelerden daha gerçek, daha inandırıcı ve daha eğlenceliydi...Müthiş bir mizah anlayışı, sahici bir dili ve karakterlerin gündelik hayattan kopup gelmiş gibi duran diyalogları...
İki kitaptan oluşan serinin dizi yapılacağını duyunca ilk önce tedirgin oldum. Bozulmasından, kirlenmesinden korktum. Ama ilk bölümünden itibaren dizi de kendi çapında bir efsaneye dönüşüverdi ve karakterleri başarıyla ekrana yansıttı. En son olarak da Haber Türk gazetesi yazarı Ece Temelkuran'ın köşesinde adı geçti dizinin ve karakterlerin. Temelkuran yazısında, Behzat Ç. 'nin bir hayranı olduğunu belirtirken, kitaptaki erkek karakterlerin ergenliklerini tamamlayamamış ''yetişkin''ler oldukları eleştirisini yapıyordu.( Yazıya buradan ulaşabilirsiniz.) Daha sonrasında Emrah Serbes'in yazılarını yayınladığı ''Afilli Filintalar'' adlı web sayfasında bu yazıya cevap verildi (http://www.afilifilintalar.com/yazar/mmentes) ve yazarlar bunu kabul etmeseler de küçük çaplı bir polemik yaşandı aralarında.


Ancak benim şimdi anlatmak istediğim Emrah Serbes'in polisiye tarzındaki başarısı değil. Yazarın 3. kitabı olan ''Erken Kaybedenler'' sekiz kısa öyküden oluşuyor. Ama bu öyküler klasik tarzda okumaya alışık olduğumuz türden öyküler değil. Ergenlik çağlarında ya da daha küçük yaşlardaki erkek çocukların karmaşık, hüzünlü, acınası ve komik dünyalarına giriyoruz. Genelde taşra da yaşayan, baba esnaf, anne ev hanımı, orta gelirli aileler ve onların kafaları karışık oğulları... Bu çocukların gözünden büyüklerin dünyası, kendi  hayat görüşleri, politik tavırları ve tabii ki aşkları...Komşu kızına, öğretmene, mahallenin büyük abisinin kızkardeşine, yaz tatilinde kumsalda kale yaparken tanışılan kıza duyulan mahcup, beceriksiz ve ümitsiz aşklar...
Behzat Ç. de görmeye alışık olduğumuz bir mizah anlayışı yine en trajik sahnelerde bile kendini göstermeyi başarıyor. Kitabı daha çok toplu taşıma araçlarında okuduğum için, olmadık yerlerde gülerek insanların bana garip garip bakmalarına sebep oldum sanırım sık sık. Bitirince her gördüğüme anlatmak, herkese tavsiye etmek geldi içimden birden. Öyle bir sıcaklık, öyle bir mutlulukla burukluk arası his. Okunmadan anlaşılmaz...

"Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkûm olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. O kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder." (Denizin Çağırısı - s.77)

3 Ocak 2011 Pazartesi

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın!

Yazar Umberto Eco ile sinemacı, yönetmen Jean-Claude Carrière’in doyumsuz kitap sohbetinde, papirüsten bilgisayarlara ve elektronik kitaplara uzanan bir yolculuğa çıkıyorsunuz.
Koleksiyonculuğun püf noktaları, takıntıları, büyük kütüphane yangınları ve kitap hırsızlıklarına kadar uzanan çok geniş bir yelpazede, özellikle kitap kurtlarının soluksuz okuyacağı bir söyleşiye tanıklık ediyorsunuz. Kütüphanenin nasıl düzenlenmesi gerektiğinden, teknolojinin neden kitabı ortadan kaldıramayacağına, antik eserlerin aslında ne kadarını gerçek anlamda çözebildiğimizden Gutenberg incillerine kadar pek çok konuda bilgi sahibi oluyorsunuz. Bu iki ''çılgın'' bibliyofilin kitap tecrübelerine tanıklık etmekten müthiş bir zevk almaya başlıyorsunuz ilerledikçe.
''Kitap'' diyor Umberto Eco ''tekerlek gibidir, bir kere icad ettikten sonra, daha iyisini yapamazsın''

1 Ocak 2011 Cumartesi

Bir yıl daha yaşandı ve bitti. Yenisi başladı hatta takvim öyle söylüyor.Toplumsal olarak olmasa da, kendi adıma güzel ve verimli bir yıldı diyebilirim. Yeni yerler gördüm, hepsi birbirinden güzel...Yeni insanlar tanıdım, hepsi birbirinden keyifli...Bir yaş daha yaşlandım yeni tecrübelerle ve (umarım) olgunlaşarak...
Yeni başlangıçlar insana hep çekici gelmiştir ya nedense...Bir bilinmezlik, bir bozulmamışlık, bir el değmemişlik vardır çünkü yeni başlangıçlarda. Yıpranmamıştır henüz, kirletilmemiştir. Hala biraz ''idealar dünyası'' na aittir...Bu yüzden her yeni yıl, yeni kararlarla birlikte gelir.İçerdiği gizem ve bilinmezlik onu çekici kılar. Bu yüzden, çılgın eğlencelerin ardından yorgun bir yılbaşı sabahına uyandığımızda değişen tek şey miladi takvim değildir aslında. Ama işte, bu kararlılık hali fazla uzun sürmüyor, süremiyor. Önemli olan alınan kararların hepsini değil belki ama, en azından bi kısmını gerçekleştirebilmek. Bir yılın sonunda yapılan muhasebede kişisel başarı hanesine yeni bir çentik atabilmek...


''Dünyayı daha iyi bir yer yapmayan insan, insan değildir.''
Kingdom of Heaven