24 Eylül 2011 Cumartesi

Bir Zamanlar Anadolu'da


Cannes'da Jüri özel ödülü alan, Robert De Niro'nun ağzından Türkçe adıyla anons edilen Nuri Bilge'nin son filmine gittik dün gece.
Bir kere baştan söylemek gerekirse, izlediğim diğer Nuri Bilge Ceylan filmlerinden oldukça farklı yönleri vardı...Tabii ki yine uzun süren tablovari sessiz doğa-insan sahneleri, göndermeler, ve yavaş ilerleyen bir hikayeydi karşımızdaki ama diğer filmlerinden farklı olarak birkere çok fazla diyalog içeriyordu. Hemde ne diyaloglar! Cehov'dan yapılan alıntılardan, insanın öleceği günü bilip bilemeyeceğine, manda yoğurdu- koyun yoğurdu tartışmalarından ''love story'' melodisiyle başlayan telefon görüşmelerine kadar birbirinden ilginç konuşmalar!

Ana konu ise, ''bir katilin peşinde, Anadolu'nun bozkırımsı coğrafyasında, kıvrıla kıvrıla ilerleyen köy yollarında, tüm gece gömülü bir ceset arayan küçük kasaba adamlarının yalnızlıkları'' diye özetlenebilir... Filmin ilk yarısının aynı gece içinde hiç güneş doğmadan ilerlemesi insanı hiç de sıkmazken, filmdeki üst düzey kara mizah insanı kendinden geçiriyor. Mizahın en yoğun olduğu karakter olan başkomiser Naci rolündeki Yılmaz Erdoğan çok başarılı. Ama benim kişisel favorim, göründüğü kısa sahne boyunca herkesten rol çalan ''Küçük devlet memuru'' Şakir! Kendi çapında idealist, elindekilerle yetinmeyen ve işine son derece sadık bir adamı canlandıran Şakir, beni benden aldı diyebilirim!

Filmdeki küçük detaylar, yönetmenin filme gösterdiği özeni gözler önüne seriyor... Babası yeni ölmüş çocuğun kaçan topu okulun bahçesine göndermesi, muhtarın evinde yenen yemek sırasında kesilen elektrik, bu süre boyunca muhtarın tesbih çekip kendi kendine okuduğu dualar, muhtarın kızının elinde bir gaz lambasıyla ve çay tepsisiyle içeri bir ışık dansı yapar gibi girişi ve bu esnada içine kapanan yalnız adamların bir peri kızı görmüşçesine aydınlanan yüzleri...Ve tabii çok güldüğüm Clark Gable esprisi...

Bu kez, Nuri Bilge filmlerini sıkıcı bulanların bile seveceklerini umduğum bir filmle karşı karşıyayız...Sırf Şakir için bile izlemeye değer...

23 Eylül 2011 Cuma

Aylak Adam

          
 Okuduktan sonra, bunca zamandır nasıl olupta gözden kaçırdığıma hayretler içinde kaldığım bir kitap ''Aylak Adam''. Birkere insan 1957'de yazıldığına bir türlü inanamıyor. O kadar güncel, o kadar bugünü anlatır gibi ki!
Kitabın kahramanı C., zengin değil ''paralı'', işsiz değil ''aylak'' bir adam... Yani Türk edebiyatında görmeye fazlasıyla alışık olduğumuz yoksul, meteliksiz aylaklardan epeyce farklı... Ölesiye yalnız ve yalıtılmış bir dünyada yaşıyor...Sürekli ''O'' nu arıyor ama hep teğet geçiyor iç acıtacak şekilde...

        ''...Çevresine bakindi. Yoktu. Oturma odasını da aradı. Orada da yoktu. Bunca lüzumsuz esya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu...''

           Bir süre sonra C. yi ve aylaklığını öyle bir benimsiyorsunuz ki, onunla birlikte İstanbul sokaklarını boş boş dolaşıp, etraftaki insanları incelemeye başlıyorsunuz, garsonlara ''gıcık'' oluyorsunuz ve gelip geçen kadınların arasında C.'nin ''hayatının kadınını'' arıyorsunuz. Kitap olmadık bir şekilde bitiverince de kalakalıyorsunuz...''Keşke bu kadar kısa sürmeseydi'' hissiyle...

         "Dünyada hepimiz sallantılı,korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz.Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır.Tramvaylardaki tutamaklar gibi.Uzanır tutunurlar.Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına.Çocuklarına tutunanalar vardır.Herkes kendi tutamağının en iyi,en yüksek olduğuna inanır.Gülünçlüğünü fark etmez."





19 Eylül 2011 Pazartesi

tesbih taneleri

TESBİH TANELERİ
"Saro Nenem Heredan'daki evlerinde tarhana hazırlayıp kuruması için dama sermiş; aynı gün, bahçeden topladığı sebzelerle turşu kurmuş; ama o yıl hem damdaki tarhana, hem de kilerdeki turşu kurtlandığı gibi, bir de kara haber köye ulaşmış:

"Ermeniler köylerini boşaltıp kafle'ye çıkacak!"
...Ve o yılın baharında çıkılan ''kafle'' yollarında dağılan, kaybolan, birbirinden kopan ''tesbih tanelerinin'' hikayesi...Ama sanılmasın ki hep hüzün, hep acı, hep göz yaşı...Doğru dürüst Ermenice bilmeyen, Türkçe'yi Diyarbakır şivesiyle konuşan ''Hay'' çocuğu Mıgırdiç'in babası tarafından ''Okusun, dilini, kültürünü öğrensin'' diye gönderildiği İstanbul'da yaşadıklarını, büyük şehre alışmaya çalışırken geri dönüşlerle hatırladığı çocukluğunu, Ermeni okulundaki arkadaşlarınca ilk önce dışlanan: 'Diyarbakır'da gavur, İstanbul'da Kürt olduk!'' serzenişleriyle anadilini öğrenme çabalarını bazen hüzünle bazende kahkahalar atarak okudum ben şahsen...Uzun zamandır da bu kadar etkilendiğim ve bu kadar samimi bulduğum bir roman olmadı...